TÜRKİYEDE BİR KÜLTÜREL MİRAS HAREKETİNİN OLUŞABİLMESİ
ÜZERİNE ÜÇ TEZ

Orhan Siler

Türkiye’de sivil toplum hareketi, bir bütün olarak hayli genç ve etkisiz olsa da, bazı alanlarda, sürekliliği olan, önemli sayıda insanın ortak değerler etrafında birleşip, hesaba katılması gereken bir ağırlıkla kendini ortaya koyduğu toplumsal hareketler oluşturabilmiştir. Örneğin, Türkiye’de bugün çevre, kadın, öğretmen, insan hakları ya da işçi hareketlerinden bahsetmek olanaklıdır.

Tarihi-kültürel çevrenin korunması ise, sivil bir hareket oluşturma süreklilik, yaygınlık ve etkinliğinden hayli uzak olagelmiştir. Bu yazının amacı, kültürel miras duyarlılık ve çalışmalarının niye dar çevreler arasında kalan bir “durumdan üzülme ve birbirine şikayet” alanı olmakla sınırlı kaldığı sorusuna cevap vermek üzere bazı tezler ortaya atmaktır.

Tartışmaya açılmak istenen üç tez şöylece özetlenebilir:

(1) Türkiye’de korumacılık gecikmiş bir modernizmin ve milliyetçiliğin koyu gölgesi altında gelişebilmiş ve bunların damgalarını taşımıştır.

19. ve 20. yüzyıl Osmanlı ve Cumhuriyet modernizmi ile Osmanlıcılık ve Türk milliyetçiliği, inisiyatifi elinde toparlayamadığı çok kısa geçiş dönemleri dışında, hep otoriter ve insan haklarına, bu arada kültürel katılım ve kültürel miras haklarına saygısız bir tutum içinde olagelmiş, kültürel yaşamı olduğu kadar kültürel miras korumacılığını da dar alanlara sıkıştırmıştır.

Kültürel mirasın yapı mirasından çok daha geniş bir kapsamda, toplumun çeşitli etnik-dinsel- kültürel gruplarınca üretilen tüm değerler olarak tanımlanması durumunda, Türkiye’de modernizmin ve Türk milliyetçiliğin tarihinin öteki kültürel mirasın yok sayılması, kaderine terk edilmesi ve tahribi ile at başı gittiği anlaşılmaktadır. 

(2) Birçok Avrupa ülkesindekinden farklı olarak, Türkiye’de aristokratik bir bileşene de, sol bir damara da sahip olmaksızın gelişen ve anıt - anıtsal yapı ya da sit alanı korumacılığına saplanıp kalan korumacılık, yerel katılım ve yurttaşlık, çevre ve insan hakları hareketleri ile sistemli bağlar kurmaktan kaçınmış, gücünü neredeyse yalnızca hukuksal şikayet ve bürokratik engelleme mekanizmalarında aramıştır.

Türkiye’de kültürel miras korumacılığı, sınırlı da olsa bir varlık gösterdiği 1960’lardan sonra, sınıfsal arka planına uygun bir yönelimle, örnek alarak geliştiği Avrupa’daki kültürel miras hareketinin kullandığı kavram, yöntem ve ilişki sistemindeki hızlı dönüşümün farkına varmamamış ve kendi izolasyonunu hazırlamıştır.

(3) Üniversitelere ve bir-iki meslek çevresine hapsolan, yorgun, bezgin, çağdaş iletişim ve
toplumsal hareket yöntemlerinden kopuk bir akım olarak kalan korumacılığın üzüntü ve sızlanmaların ötesine geçebilmesi, toplumsal tabanını yenileyip geliştirmesine, temel olarak mağdur kesimlere dayanmasına, komşu hareketlerle ortaklıklar kurmasına ve dinamik, uluslar arası ilişkileri güçlü bir sosyal harekete dönüşmesine bağlıdır.

Bu tezler ortaya atılırken ve açıklanırken, geçmişte, çok elverişsiz koşullarda, kültürel miras talanına karşı direnen kişi ve kuruluşların çabalarının yok sayılması ya da küçümsenmesi değil, bu çabaların dünyadaki ve Türkiye’deki dönüşüm dikkate alınarak, hedefe varabilecek kapsam ve güce kavuşturulması aranışlarına katkıda bulunulması amaçlanmıştır.

 

MODERNİZMİN VE MİLLİYETÇİLİĞİN KÜLTÜREL MİRAS DUYARSIZLIĞI

18. yüzyıl sonlarından başlayarak gelişen modernleşme ve onu izleyen Osmanlıcılık, uzun bir dönem boyunca temelde saray ve merkezi feodal devletin yönetim kadrolarınca sahiplenilen ve topluma kabul ettirilen güçlü bir akım niteliğini taşıdı.

Osmanlı’da modernleşme akımının ikinci odağı yarı-bağımlı çevre devletlerin ya da vilayetlerin yönetici grupları ve İstanbul ve Anadolu’da gayrimüslim eliti oldu. Modernizmin bu türü, genellikle ulusçu akımların doğuşunu ve bu bölgelerde yeni devletlerin oluşup imparatorluktan kopmalarını birlikte getirdi. Hem bu kopmalar, hem de Ermeni tehciri, Türkiye-Yunanistan nüfus değişimi,  Musevi, Süryani ve Levantenlerin kitlesel göçü, yalnızca imparatorluğun önde gelen merkezlerinde olduğu gibi Anadolu’da da kentli eliti ve kent kültürünü çok büyük ölçüde tırpanladı.

Kısaca, bugünkü Türkiye toprakları üzerinde, saray çevresinden sivrilerek ya da zaten sayısı çok sınırlı olan yerel bey hanedanları kanalıyla, 19. ve 20. yüzyılın fırtınaları arasında kendi toplum ve hatta aile kültür mirasına uzun süreli olarak sahip çıkan aristokrat ya da burjuva bir yönetici tabaka oluşmadı. Geleneksel yönetim ve eğitim sistemi çerçevesinde, başlıca vakıflar içinde ya da dini cemaatlerin girişimleri ile sürdürülen modern öncesi dönem “korumacılığı” ise, ilerisi için, kalıcı bir sosyal taban yaratamadı. Zaten vakıflar üzerindeki devlet kontrolünü artırmaya yönelik 1824 ve 1923 müdahaleleri, el koymaları da içererek, korumacılığın vakıflar kanalıyla bağımsız bir gelişme potansiyeli kazanmasının önünü önemli oranda tıkadı.

Genç Osmanlılar, Jön Türkler ve İttihat-Terakki iktidarı “muasır”laşırken “hars”ın nasıl korunabileceğine kendi tartışmaları içinde önemli bir yer verdiler. Ne var ki, bu yeterince araştırılmamış döneme ilişkin olarak elimize ulaşan bilgiler, bize, bu dönem tartışmalarında kültürün korunmasının –belki dinin ve dilin korunması dışında- bir slogan olmanın ötesine geçmediğini, derin bir içeriğe sahip olamadığını gösteriyor.

1908’den 1913’e kadar devam eden Osmanlı tarihinin en demokratik döneminde çeşitli kültürel gruplar, ortak toplum yaşamından beklentilerini özgürce ifade edip, bu doğrultuda örgütlenmelere giriştilerse de, Meclis’e ve basına yansıyan birkaç tartışma dışında, kültürel yaşamın kuralları üzerine kapsamlı bir görüş alışverişi sağlanamadı. Böylece, “garplılaşma” adına önemli yapı mirası yıkımlarının devam ettiği bu dönemde, büyük ölçüde kağıt üzerinde de olsa, korunmasına çabalanan miras, yabancıların talan etmeye çalıştıkları arkeolojik mirastan ibaret kaldı. 1869’da çıkartılan ilk tarihi eser koruma yasasından 1917’de Eski Eserler Sürekli Komisyonu’nun kurulmasına kadar geçen süre içinde, dikkatler pratik olarak bu arkeolojik buluntular ve birkaç dinsel yapı ile sınırlı bir alana yöneldi.

Kültürel mirasa yönelik ilgi ve uygulamaların düşük bir düzeyde kalmasında Türk milliyetçiliğinin, İmparatorluk sınırları içinde, en geç gelişen milliyetçiliklerden biri olması ve eşzamanlı olarak 1911-1923 döneminde ardarda gelen savaşların göz açtırmadığı, elverişsiz dış koşullar yavaşlatıcı etkiler yaptılar. Böylece, dünyanın birçok ülkesinde, bu arada Doğu Avrupa’da milliyetçi rejimlerin ilk işleri, adeta kural halinde, birer ulusal müze, ulusal akademi ve ulusal kütüphane kurmak olmuşken, İttihat Terakki, ne muhalefette, ne iktidarda bu alanlarda önemli bir uygulama başlatmadı.

Osmanlı kültürel yaşamında Türk milliyetçiliği kapsamında kültürel miras konularının tartışılması, ilk aşamada Alman ve Macar ırkçı-turancı akımlarının etkisi ve Kafkas ve Orta Asya kökenli Türkçülerin konuyu gündeme getirmeleri ile başladı. Trablus ve Balkan savaşları öncesinde özellikle Türk Derneği (1908), Türk Yurdu Cemiyeti (1911) ve Türk Ocakları (1912) içinde ve Türk Derneği, Genç Kalemler ve Türk Yurdu gibi dergilerde milliyetçilik kültürünü geliştirme çabaları biçiminde ortaya çıkan düşünsel hazırlık, dilden başlayıp etnoğrafya ve arkeolojiye uzanan ilgi pek az somut sonuç verdi. Türk Ocakları içinde Hamdullah Suphi ve Ziya Gökalp’in kültürel miras alanındaki entelektüel faaliyetleri bazı niyetlerin ortaya konulması ve başlangıçlar yapılmasından ibaret kaldı. Örneğin, “hars birliği”nin gereği olarak “Hars Müzeciliği” girişimleri, İstanbul’da ulusal tarzı yansıtacak ilk “Türk Salonu”nun oluşturulması teşebbüsü, Türk Ocağı binasının özel süsleme malzemesi ile döşenmesi ve bu çalışmanın bir “Irkıyat Müzesi”nin hazırlığı olarak algılanması uzun dönemli sonuçlar vermedi. İttihat Terakki’nin 1917 Kongresi’nde milli kütüphane, arşiv ve müze kurulması doğrultusunda alınan kararlar ve Ulusal Eserler Genel Müdürlüğü kurulması önerileri uygulama bulamadı. (Hüseyin Karaduman, “Türk Ocakları ve Hars Müzeleri”, Vakıflar Dergisi, Sayı XXX, s. 503-518; bu değerli çalışmaya dikkatimi çeken Sayın Mahir Polat’a teşekkür ederim).

Kemalizm, İttihat-Terakki önder kadrosunun tersine, maceracı olmayan bir milliyetçilik çizgisi geliştirdi; zaman zaman, kimi alanlarda 1789 Fransız Devrimi’nin hümanist, dayanışmacı düşüncelerden etkilendi. Ne var ki, Kemalist milliyetçilik, daha Kurtuluş Savaşı yıllarında sol hareketin önderlerini yok etti, savaşın hemen ardından Meclis’te muhalif grubu tasfiye etti ve 1925 Takrir-i Sükun Yasasının sağladığı olanaklarla tekke-zaviyeleri kapattı.Dünyada totaliter eğilimlerin ağırlık kazandığı bir konjonktürün geçerli olmasından da yararlanarak, ağır baskılarla bir Türk ulus - devletinin inşasını öngördü. Garplılaşma-muasırlaşma hedefine ulaşılması için toplumun Osmanlı geçmişinden kopartılması gerektiğini varsayan Kemalizm, Osmanlı geçmisini hep çöküşün ve geriliğin kaynağı olarak görürken, gözlerini çok daha eski bir tarihe, “Türklerin medeniyetin temellerini atıp, bu medeniyeti Anadolu da dahil tüm dünyaya taşıdıkları” iddia edilen binyıllar öncesinin kurgusal şanlı dönemine yöneltti.

Ankara’da kurulan Meclis ve genç Türkiye Cumhuriyeti, daha ilk yıllarında, Anadolu’da savaşla büyük bir etnik-kültürel altüstlüğün yaşanmasının, Osmanlı saraylarının kapatılmasının, tekke ve zaviyelerin yasaklanmasının, birçok vakfa pratik olarak ya da yasal yollarla devlet tarafından el konulmasının açığa çıkarttığı tarihsel malzemenin nasıl korunacağı sorununa cevaplar geliştirme zorunluluğu ile karşı karşıya kaldı. Öte yandan, bir ulus-devlet var etmek için ulusal bir geleneğin icadı, bu kapsamda bir ulusal anlatının kurgulanmasının gerektiğinin farkına varıldı. Bu zorunluluklar, kavramın geniş anlamında kültürel mirasa özel bir önem verilmesini birlikte getirdi ve böylece yeni müzeler kuruldu, eskilere el atıldı; Ayasofya Camii, Topkapı Sarayı ve Mevlana Dergahı müzeleştirildi. Kültürel mirasa komşu filoloji, tarih, etnoloji gibi alanlarda üniversite kürsüleri ya da bölümleri kuruldu. “Uygarlık ailesinin bir ferdi olma” amacı Türkiye’deki Helen ve Roma mirasının önemsenmesini ve arkeolojik kazılara yeniden başlanmasını getirdi. Ne var ki, önce Türkocağı, daha sonraları tek parti rejiminin kitle eğitim kurumu Halkevleri içinde etnografik derlemeleri teşvik eden, müzecilik kolları kuran Kemalist rejimin bu tarihsel malzeme ilgisi, esas olarak, Türk Tarih ve Güneş Dil tezlerinin ve Müslüman olmayan azınlıklara, Kürtlere ve dinsel topluluklara yönelik baskıcı politikaların dar sınırları içinde kaldı.

Türk Tarih Tezi’nin ikna edici bir biçimde savunulamayacak bir kurgu olduğunun anlaşılmasıyla ortaya çıkan boşluk, 1930’ların ortalarından 1960’ların sonlarına kadar süregelen, kültüre ve topluma ve bakışı temelde milliyetçiliğin belirlediği,  yine de bir dönemden ötekine önemli gel-gitler yaşanan bir geçişe yol açtı. İkinci Dünya Savaşı öncesinde Trakya’da Musevilere karşı girişilen baskılar, Dersim’de Alevi-Kürtlerin kıyıma uğratılması, savaş yıllarında gerçekleştirilen Varlık Vergisi ve ayrımcı askere alma politikaları, çeşitli tarikatlara yönelik baskılar, insan haklarına aykırı ve kültürel miras açısından ayrımcı politikaların köşe taşlarını oluşturdu. Öte yandan, İkinci Dünya Savaşı’nın Müttefikler tarafından kazanılmış olması, Mayıs 1950’de tek parti iktidarının seçimlerle yıkılması, 1960 Askeri Darbesi’nin ardından hazırlanan Anayasa’nın sağladığı görece özgürlük ortamı, kısa dönemli olsa da umut, aranış esintilerini ve bazı bağımsız sivil örgütlenmelerin kurulmasını birlikte getirdi.  

1960’ların sonlarında, bir yandan Türk-İslam sentezciliğinin ana politikalara damgasını vurmaya başlaması, öte yandan ırkçı milliyetçiliğin sol akımlara karşı para-militer grupları seferber eden güçlü bir parti halinde örgütlenmesiyle, bazen kadife bir eldiven içinde, askeri yönetim dönemlerinde ise bu tür bir eldivene bile ihtiyaç duyulmadan, göç ettirme, sindirme ve asimilasyon politikaları sistemli, yeni bir içerik kazandı: Osmanlı geçmişiyle - bu geçmişin Müslüman-Türk yorumu temel alınarak - barışıldı. Türk Tarih Tezi’nin kimi ırkçı tezleri üstü kapalı bir biçimde sürdürülürken, islamiyet ana birleştirici miras olarak ilan edildi. 

Ancak, bu dönemde, bir karşı dip akımı da içten içe etkisini göstermeye başladı: toplumun sosyal ve ekonomik olarak daha çeşitlenip bir orta sınıfın oluşması, kitle iletişim araçları ve Avrupa’ya göçün dünyadan haberliliği artırması ve çok önemli bir dış dinamik olarak Türkiye’nin Avrupa Birliği ile yaşadığı inişli – çıkışlı macera,  tekçi kültür ve kültürel miras anlayışlarının etkisini bir ölçüde zayıflattı. En azından ayrımcılık, baskı ve saldırı-imha örnekleri daha açıkça dile getirilmeye ve bunlara son verilmesi gerekliliği tartışılmaya başlandı. Türk ve Sünni kimlikleri dışındaki kimliklere ve bu kültür toplumlarının mirasına karşı ayırım ve baskı gerçeği değişmese de, bu yapının artık sürdürülmemesi gerektiği ya da istense de sürdürülemeyeceği gerçeği daha geniş çevrelerce kabul görmeye başladı.

Kısaca, bir başka yazıda da (Orhan Silier,  “Kültürel Miras ve STK’lar: Avrupa ve Türkiye”, Onlar Nasıl Başarıyor?, İstanbul 2011) değinildiği gibi, modernizm ve milliyetçiliğin 200 yılı aşkın macerasında kültürel mirasın korunması bakımından şu genel saptama yapılabilir:

“Son 200 yıl içinde, değişen rejimler ve iktidarlar, kimi iniş çıkışlarla, bu alanda olumsuz bir ortak politika izlediler, kültürel mirasın kabul edilmez bir biçimde ihmalinin, tahribinin sorumluluğunu taşıdılar: Türkiye’de hem mimari ve arkeolojik miras (en başta sivil mimari eserleri ve yerleşim yerleri civarındaki arkeolojik buluntular), hem taşınabilir maddi miras (vakıf ve tekke eserleri, gündelik yaşam koleksiyonları, kurumsal arşivler, etnografik malzeme), hem de somut olmayan kültürel miras (çeşitli etnik-dinsel grupların dilleri, törenleri, şenlikleri), temel olarak zamanın acımasız etkilerine terk edildi ya da kurgulanmış büyük tahrip dalgaları tarafından önemli ölçüde yok edildi.  

“Bu tahribatın bir bölümü Anadolu’yu Türkleştirme, bir bölümü Osmanlı mirasından kurtulma, bir bölümü ise kalkınma, şehirleşme ve teknolojik ilerleme adına yürütülen devlet politikalarının, tarihe duyarsız, en kaba biçimler altında uygulanması sonucunda gerçekleşti.  Bir diğer bölümü ise, özel kurumların ve tek tek yurttaşların ihmalleri, çaresizlikleri ve Batı’dan esen güçlü rüzgarlara boyun eğip “şimdi böylesi moda” eğilimine uymaları sonucunda ortaya çıktı. Alafrangalaşma tüm yaşam biçimiyle birlikte bunun adet, ortam ve malzemelerini de değiştirdi. Osmanlıca okuyup-yazma becerisinin eğitimden, bakır kap kacağın evlerden, ahşap konakların mahallelerden kaybolma hızı birbiriyle yarıştı.  

“Türkçü ve İslamcı iktidarlar, yalnızca Bizans, Roma, Kürt, Ermeni, Süryani kültürel mirasına karşı duyarsız olmakla kalmadılar, Selçuklu ve Osmanlı mirasını da ihmal ettiler. Önce Osmanlı eliti, ardından Cumhuriyet seçkinleri kendilerine dedelerinden, babalarından kalan ne varsa, neredeyse hepsini çok kolayca ve çok hızla gözden çıkardılar.”

 

KORUMACILIĞIN TOPLUMSAL VE ENTELEKTÜEL TEMELLERİNİN ZAYIFLIĞI

Osmanlı İmparatorluğunda ve Türkiye Cumhuriyetinde milliyetçi modernizmin kültürel miras bakımından yarattığı sonuçlar tartışılırken, genellikle, bu dönemde iktidarın otoriter yapısı, bir başka deyişle kültürel miras ile demokratik haklar, özellikle kültürel kimlikler arasındaki bağlantı bir yana bırakılır. Dikkatler hangi anıtsal yapıların korunduğuna ya da hangi medeniyetlere ait arkeolojik alanlarda kazılar yapıldığına yöneltilip bu yelpazenin genişliğine işaret edilerek, yönetimin koruma alanında tarafsız davrandığı, var olan sorunların daha çok kaynakların sınırlılığı, ülkenin yoksulluğu ile ilişkili olduğu iddia edilir.

Çok-milletli bir imparatorluktan günümüze uzanan tarihsel süreç, özellikle kültürel miras bir bütün olarak algılandığında, bu iddiaların geçersiz olduğunu ortaya koymaktadır. Yüz yıl önce bugünkü topraklarda yaşayan nüfusun onda birinden fazlasını Müslüman olmayanlar oluştururken, bu oranın günümüzde yüzde birin altına düşmüş olması, yalnızca bu istatistiklerle anlaşılacak boyutların ötesinde sonuçlar doğurdu. Başta İstanbul, İzmir olmak üzere büyük kentlerde ve ülkenin bazı bölgelerinde gündelik yaşam ve bu yaşamla ilgili maddi-manevi kültür, nüfusun etnik – kültürel bileşimine ilişkin ortalamalardan çok daha büyük oranda farklılaştı. “Sahipsiz bırakılan,” “el konulan, “ “el değiştiren” miras yalnızca kendi sınırları içinde kalan bir etki yapmadı, on yıllar boyunca, bu tür eylemlerin kabul edilebilir, hatta meşru sayılması yönünde ciddi bir kabulü birlikte getirdi. Ülkenin en üst mahkemesi Yargıtay’ın Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı azınlıklardan “yabancılar” olarak bahsedebilmesi ve onların oluşturduğu vakıfların kimi mallarına el konulmasını destekleyen kararlar alabilmesi böylesi bir platformun parçasıdır.

Dolayısıyla, Türkiye’de modernleşmenin büyük ölçüde otoriter rejimler altında yürütülmüş –ve bir anlamda hala yürütülüyor - olması, ve bu sürecin hızlı bir ulus-devlet oluşumu için manipüle edilmesi, yalnızca genel bir kültürel miras duyarsızlığını getirmekle kalmadı, haklarını savunma olanaklarından yoksun –ekonomi ve kültürel hayattaki rolü ile korumada da en etkin işlev görmesi beklenebilecek - azınlıklar bakımından tahrip ve yıkımları katmerli kıldı. Hem doğrudan doğruya bu kültürel miras demeti korunamadı, hem de büyük bölümü kentlileşmiş bir toplum kesimi ihmal edilebilecek sayısal düzeylere düşürüldü.

Zaten çok sınırlı sayıdaki konaklara, yalılara, dev çiftliklere sahip kişiler, imparatorluğun yıkılışı ile saray ve çevresindeki küçük bir elit de dahil olmak üzere, hızlı dönüşüm koşullarında ellerindeki mülkleri kaybettiler. Böylece, 20. yüzyıla gelindiğinde, kendi büyük, gösterişli, kimi zaman anıtsal mülklerinin korunmasını desteklemek, devlet yardımları ya da vergi indirimleri elde etmek için çaba gösteren bir aristokratlar lobisi Türkiye’de hiç var olmadı.

Öte yandan, Türkiye’de kültürel miras savunusunun kitlesel tabanı da zayıf kaldı. Bu somut sosyo-ekonomik süreçlerin ürünü oldu. Türkiye’de kentleşme ve sanayileşme 20. yüzyılın ortasında başlayıp, yüzyıl sonunda neredeyse tamamlanarak çok kısa bir dönemde gerçekleşti. Bu dönemde solun bu süreçlerin yarattığı toplumsal birikimlerin sözcülüğünü yaparken, aynı zamanda kimlik ve tarihi ve doğal çevre sorunlarını da toplum gündemine getirecek, böylece kültürel mirasın savunuculuğunu üstlenecek konumda olmaması ile bir şans kullanılamadı. 1950 sonrasında iş ve barınma olanakları için büyük şehirlere akan milyonlara, kentte yasal ve insani koşullarda birer konutu çok görerek, bu konuda hiçbir ciddi planlama ve kurumsal destek vermeyen iktidarların, bu grubu kendi çok daha büyük ölçekli imar vurgunu ve devlet arsası talanı süreçlerine ortak etmeleri, politik olarak kendilerine bağımlı kılmaları, geniş tabanlı bir kültürel miras hareketinin yaratılma olanağını yok etti.

Kurumsal olarak kültürel mirasla yakından ilgilenenler, önemli oranda, mimar, inşaat mühendisi, şehir planlamacısı odaları ve arkeologlar ve sanat tarihçileri dernekleri gibi meslek kuruluşlarından ibaret kaldı. Bu ilginin ana yönü ise yapı mirasının korunması için basın açıklamaları yapmak, protesto kampanyaları düzenlemek, idari mahkemeler ve Danıştay’da davalar açmakla belirlendi.

Eldeki çok sınırlı verilere dayanarak 2010’lar Türkiye’sinde kültürel miras alanındaki sivil toplum çalışmalarına ilişkin şöyle bir özet tablo (Orhan Silier, 2011, s.14-16) çıkarmak olanaklıdır:

  • “Kültürel mirasla ilgili STK’lar tabanı hayli geniş, tavanı çok dar, bu iki kesim arasındaki bağlantılar neredeyse tümüyle kopuk bir piramit oluşturmaktadır. Bu grubun büyük bölümü çok küçük ve küçük ölçekli yapılardır.
  • “2000 sonrasında kurulmuş olanlar en büyük grubu oluşturmaktadır. Kuruluşları 1990 öncesine gidenlerin oranı çok düşüktür.
  • “Ülkenin Batı’sında ve özellikle İstanbul’da merkezi olanlar önemli bir ağırlık oluşturmaktadırlar.
  • “Müze destekleme dernekleri, dernek ve vakıfların devlet kurumlarında ofis bulundurmalarını ve organik bağlar kurmalarını yasaklayan mevzuattan sonra, güçlerini kaybetmişlerdir.
  • “STK’ların en büyük grubu çok seyrek aralarla, genel kurul için ve istisnai çalışma ya da kampanya amacıyla yılda birkaç kere üye ve destekçilerini toparlayabilmektedir.
  • “STK’ların üyeleriyle bağları genel olarak zayıftır. Üyelerin çok küçük bir bölümü uzun yıllar düzenli olarak STK’larla bağlarını sürdürmekte ve var olan çalışmanın yükünü taşımaktadır.
  • “Dernek ve vakıf üyelerinin büyük bir bölümü bağış ve aidatlarını düzenli olarak ödemezler ya da hiç ödemezler.
  • “Üyeler dışında gönüllülerle sürekli bağ kuran, özel gönüllü, destekçi programları uygulayan STK sayısı daha da azdır.
  • “ “STK etiği,” 1990’ların sonunda Tarih Vakfı’nın öncülüğünde tartışılıp ne yazık ki kısa sürede gündemden düşmüş çok önemli bir konudur. 
  • “Kürt ve Alevi sorunu, Müslüman olmayanların karşılaştıkları ayrımcılıklar, hem bu gruplara yakın STK’lar, hem de bu gruplara karşı tavır alan STK’lar anlamında ilişkileri önemli oranda etkilemektedir. Henüz ortak bir işlev tanımı yapılmamıştır.
  • “Merkezi ve yerel yönetimlerle gelişmiş ve sürekli ilişkiler istisnaidir; var olduğu durumların çoğu politik ve mali bağımlılık ya da özel kayırma ilişkileri ile birlikte gerçekleşmektedir.
  • “Kültürel mirasla ilgili STK’ların ancak önde gelenleri (en geniş tanımıyla tüm Türkiye’de 80-100 civarında kuruluş) bağımsız bir ofise, temel teknik donanıma, çalışan personele, güncellenen bir web sitesine, periyodik haber bültenine sahiptir, dolayısıyla düzenli iletişim kanalları vardır.
  • “Piramidin tepesinde, proje temelli çalışan, uluslararası ilişkilere sahip bulunan, düzenli etkinlik örgütleyebilen, yerel ya da ulusal basın-yayın kuruluşlarıyla düzenli ilişkiler kurabilen, yayınlar, periyodik buluşmalar hazırlayabilen, ve tüm bunların maliyetlerini aidat, bağış ve sponsorlukla karşılayabilen STK’lar (en geniş tanımıyla tüm Türkiye’de birkaç on kuruluş) en iç halkayı oluşturur.
  • “Görece istikrarlı bir performans, demokratik bir iç işleyiş, başarılı çalışmaların onurlandırılması ve özendirilmesi, gönüllü kariyer yönetimi, yeni kuşakların STK yönetimi için sistemli olarak hazırlanması, örgüt içi farklılıklarda çatışma çözümü tekniklerini uygulama…vb, önde gelenler de dahil, pek az kuruluşun özelliğidir.
  • “STK’lar arası işbirliği, ortak projeler geliştirme, hatta yardımlaşma son derece istisnai ve olsa olsa kısa dönemli bir tutumdur;  kültürel mirasla ilgili kuruluşlar arasında ortak bir haberleşme platformu yoktur; var olan ilişki kanalları kurumsal olmaktan çok kişiseldir; ilişkilerde çok rekabetçi ve çatışmaya yatkın bir tavır, alabildiğine yaygındır.  

   
“Bu özet tablo, Türkiye’de bir ‘kültürel miras hareketi’nin örgütsel temellerinin henüz atılmadığı, böyle bir hareketin gereken çalışma yapılırsa ancak önümüzdeki yıllarda oluşabileceği anlamını taşımaktadır.

“Dernek ve vakıflar dışında, potansiyel bir kültürel miras hareketinin en önemli bileşenleri başta Mimarlar Odası olmak üzere ilgili meslek odaları ve meslek dernekleridır. Ancak, mühendis ve mimar odaları arasında başta genel ülke sorunları birçok konuda işbirliği için haberleşme ve ortak etkinlik platformları varken, örneğin mimar, inşaat mühendisi, kent plancısı, peyzaj mimarı odaları ve yine örneğin arkeolog, restoratör, arşivci, kütüphaneci, sanat tarihçisi, müzeci… dernekleri arasında herhangi bir ortak platform kurulmamıştır (…).

“Akademik dünya ve uzman çevreleri için de benzer bir durum geçerlidir. Çeşitli üniversitelerin mimarlık, restorasyon, tarih, arkeoloji, sanat tarihi, antropoloji, kültürel çalışmalar, kültür yönetimi, sosyoloji fakülte ya da bölümleri arasında zaman zaman tekil bilimsel işbirliği çalışmaları gerçekleşmekle birlikte, ne bunlar, ne de bunların ilişkili olduğu (ne yazık ki çoğu kağıt üzerinde kalan) enstitüler arasında genel sorunlar etrafında sürekliliği amaçlayan bir ilişki kanalları kurulmamıştır. Kamusal mesleki eleştiri kanalları çok sınırlıdır, var olanlar da bu amaçla hayli seyrek vesilelerle kullanılmaktadır. İlişkilerde egemen olan kimin ya da kimlerin meslek kurallarına aykırı davrandığının ya da üzerine düşeni yerine getirmediğinin, ya açıkça, ya da dolaylı ifadelerle teşhiridir. Genelde derslerde, konferanslarda, kamusal açıklamalarda koruma için önerilenlerle, bu önerileri yapanların projelerinde, uygulama ve danışmanlıklarda yapılanlar arasında birçok durumda önemli farklılıklar olduğu için, bu alan sürekli kendini yeniden üreten bir gerginlik ve güvensizlik kaynağıdır.

“UNESCO Milli Komitesi, ICOMOS Milli Komitesi, ICOM Milli Komitesi gibi uluslararası kültürel komitelerin Türkiye birimlerinin son derece dar ilişki ağlarını temsil etmeleri bu tablonun çıkmazlarını artıran bir başka unsurdur. Geçmiş on yılların bürokratik tahakküm eğilimlerinin ve sivil toplum kuruluşlarına, hatta tek tek uzmanlara derin güvensizliğin sonucu olarak, önemli isimleri yan yana getirseler de, bu komiteler, içe kapalı, üyelerine unvan ve üyelik kartı ile müzelere ücretsiz giriş gibi bazı pratik avantajlar sağlamaları ve yılda bir-iki toplantı düzenlemeleri dışında etkinliği olmayan birimlerdir (…).

“Yukarıdaki genel tablo içinde, kültürel miras STK’ları arasında, kısmen akademik çevrelerin de katılımıyla gerçekleşen işbirlikleri, ancak kısa süreli ve somut bir tehlikeye karşı eşgüdüm çabaları ile, ya da otoritesi kabul edilen bir kuruluş (ya da kişinin) çağrısının cevaplanması sonucunda olabilmektedir (…). Ne yazık ki, bu nadir ve kısa süreli örnekler, şimdilik sayıca çoğaltılamamakta, daha da önemlisi, benzeri girişimler giderek sürekli bir platforma yöneltilememektedir.

“Dolayısıyla, bütün bu eksikleri ile sivil toplum, tahripçi güçler tarafından kolayca etkisizleştirilebilecek bir güç olarak tanımlanmaktadır. Söz konusu eksiklikler, STK’ların kamuoyuna, kendi içlerinde birlik sağlamak şöyle dursun ortak bir dil bile üretemeyen “itirazcılar” ve “protestocular”  olarak sunulmasına olanak sağlamaktadır. Kültürel miras çevrelerinin basın-yayınla, merkezi ve yerel yönetimle ilişkilerinin zayıflığı da mesajlarını yaymalarını güçleştirmektedir.”

Korumacıların değişimi ve ekonomik gelişmeyi görmezden gelen“itirazcılar,”  boyuna yeni, olumlu yatırımlara karşı çıkan “protestocular” olarak damgalanmaya çalışılması Türkiye’ye has bir durum değildir. Ancak, Türkiye’de kültürel mirasın, doğal ve tarihi çevrenin korunması için çaba gösterenler iki özel güçlük ya da zayıflıkla baş etmek durumunda kalmaktadırlar.

Bunlardan ilki Türkiye’de müteahhitlik - kent rantları, kitle turizmi, enerji ve alış veriş merkezleri sektörlerinin dünya standartlarıyla bile çok güçlü sektörler olmalarının koruma çalışmaları ile aradaki güç uçurumunu özellikle büyütmesidir. Kültürel mirasın tahribiyle en yakından ilişkili proje ve eylemlerin arkasında duran bu sektörler, özellikle son on yıllarda, çok yüksek hızlarla büyümelerinin sonucu olarak, yüzlerce somut alanda kültürel mirası tahrip projeleri geliştirmektedirler. Bu sektörlerin saldırıları, eğer kendileri doğrudan bu sektörlerde aktif değillerse, sayfa ve programlarını ilgili sektörlerin reklamları ile dolduran ana akım basın-yayın kuruluşlarının suskunluğu ile birleşmektedir. Kültürel mirasın tahribinde öncülük eden sektörler, belediye ve il genel meclislerinden, TBMM’ye kadar birçok yönetim platformunda sahip oldukları güçlü temsille daha da pervasızlaşmakta, gerektiğinde yasa ve yönetmelikleri kolaylıkla kendi çıkarlarına göre eğip bükebilmektedirler.

Korumacıların “itirazcılar” ve  “protestocular” olarak tanımlanıp izole edilmelerini kolaylaştıran ikinci grup nedenler, doğrudan doğruya koruma çalışmalarının kendi ve örgütsel ve entelektüel arka planına ilişkindir. Bu nedenleri dört başlık altında incelemek olanaklıdır:

  • Türkiye’de kültürel miras korumacılığı, sınırlı da olsa bir varlık gösterebildiği 1960’lardan sonra, dünyanın önde gelen ülkelerinde kültürel miras hareketinin kullandığı kavram, yöntem, ilişki sistemindeki hızlı dönüşümü farkına varmamayı tercih etmiş, ya da farkına varma kapasitesini gösterememiş ve kendi izolasyonunu hızlandırmıştır.

 

     1960’lara kadar dünyada kültürel miras anıtlar, arkeolojik alanlar ve ihtişamlı tarihi binalarla sınırlı olarak dar bir biçimde tanımlanır, daha çok ulusal tarihle ilgili başarılarla ilişkilendirilir ve uzmanları ilgilendiren koruma ve bakım amaçlı bir alan olarak tanımlanırdı. 1970’lerden itibaren, (a) bu kapsam tanımı binalar ve anıtlardan bir bütün olarak tarihi çevreye, maddi mirastan manevi mirasa doğru genişlemiş, (b) gündelik yaşama ve sıradan insanın mirasına olan ilgi yoğunlaşmış, (c) ulusal kültürel miras vurgusu yerini büyük ölçüde yerel mirasa ve dünya mirasına bırakmış, (d) kültürel miras giderek zaferlerin kutlandığı değil karşılıklı anlayış, saygı, uzlaşma ve barış özlemlerinin ağır bastığı bir alan olarak tanımlanmaya başlamış, (e) uzmanın rolü toplumu yönlendiren ve eğiten kişi olmaktan topluma hizmet eden görevli kişiye dönüşmüş, (f) kültürel miras alanı ülkeler içindeki değişik kültürel miras toplumlarını kucaklayıcı, paylaşımcı bir alana dönüşmüştür. (Bknz.: Council of Europe,  Heritage and Beyond, Strasbourg 2009; özellikle Noel Fojut, “The philosophical, political and pragmatic roots of the convention,” s. 13-21). Türkiye’de, kültürel miras korumacılığı içinde bu süreç, başlıca uzmanlık kurumlarının ve uzmanların büyük bölümünün milliyetçi, tekçi modernizmle yakın bağlantıları ve insanı değil, yapıyı ya da tarihsel objeyi temel alan arkaik genel yaklaşımları nedeniyle gelişememiştir.

  • Türkiye’de kültürel miras korumacılığı, hemen her durumda, karşısında devlet kurumlarını ve gücünü bulmasına, objektif olarak bir toplumsal muhalefet çalışması niteliğini taşımasına rağmen, devlete akıl hocalığını hep en öne almıştır. Çıkar çatışmalarının, politik güç dengelerinin, toplumsal duyarlılığın sonucu belirlediği bir alanda, “halka rağmen, halk için” mesleki doğruları tekrar ve tekrar dile getirmekle sonuç alacağını ummuştur. Bu tutumun binlerce yıla uzanan otoriter bir merkezi devlet yapısının birçok aydının bilinçlerinde ve bilinçaltında yarattığı koşullardan doğduğu düşünülebilir. Nitekim, Korhan Gümüş, biraz köşeli bir ifade ile şu değerlendirmeyi yapmaktadır:  “Türkiye’de uzmanların, aydınların ‘muhalefeti’ hep aynı karakteri taşımıştır: Devletin patron olduğu bir yapının içinde kendilerini ‘kısım şefi” gibi görmek. Sanki kararların isabetsizliğinde siyasetçilerin bilgisizliği varmış [bu belirleyiciymiş] gibi, yüzlerini Devlet’e dönüp, sürekli ‘ben daha iyi biliyorum, beni dinle, bana iş ver’ diye seslen(mek)…” “Kararların kapalı kapılar ardında alınması onları rahatsız etmemiştir. Gördükleri sorunları, bildikleri çözüm yollarını, bilgilerini kamuoyu ile paylaşmamışlardır. Tam tersine, toplulukları küçümsemişler, güvenmemişler ve halkın karışmasının daha büyük sorun yaratacağını düşünmüşlerdir. Yüzlerini kitlelere dönmek akıllarına gelmemiştir.” (Korhan Gümüş, “Sivil toplumun güçlenmesinde uzman toplulukların işlevi” Sivil Toplum, )

        

  • Devlet karşısındaki bu tutumun olası nedenlerinden birinin –çoğunluğu aynı zamanda devlet memuru olan ya da devletle iş ilişkileri bulunan meslek sahiplerinden oluşan - korumacıların, demokrasi ve sivil haklar mücadelesiyle daha yakın bağlar kurmak yerine, kendi kabuğuna çekilmeyi tercih etmeleridir. Böylece “mesleki faaliyet dışına çıkmama, yalnızca görevini yapma” gerekçesiyle daha da büyük baskılara uğramaktan ya da daha da geniş cephelere güç dağıtmaktan kurtulacaklarını ummaktadırlar. Koruma çalışmaları, genellikle, yerel katılım - yurttaşlık, doğayı koruma ve insan hakları hareketleri ile sistemli bağlar kurmak için özel bir çaba göstermeyip, sonuç alıcılığını başlıca hukuksal şikayet ve bürokratik engelleme mekanizmalarında aramaktadır.  Halbuki, kültürel miras hakları, insan hakları bağlamına oturtulmadıkça, daha geniş işbirliği ve dayanışma hareketleri oluşturulmadıkça, yargının yapısındaki değişikliğe paralel olarak savunma çabaları gittikçe daha az başarılı olabilmektedir.
  • Koruma alanındaki STK’lar ve akademik birimler, büyük çoğunlukla, sivil bir örgütleme yapısı kurmakta, sivil kampanyalar yürütmekte inanılmaz ölçüde yetersizdir. Bu yetersizliğin önemli bir bölümü yukarıda açıklanmaya çalışılan ideolojik yaklaşımların sonucudur. Ancak, sivil bir yapıyı var eden iç hukukun (örneğin dernek ve vakıf senetlerinin, tüzüklerinin, genel kurul ve yönetim kurulu kararlarının, ya da çok daha sıradan bir biçimde bir önceki toplantıda alınmış grup kararlarının) sadece bir bürokratik çerçeve olarak görülüp, ilk bahane ile yok sayılması temel bir problemdir. Sivil örgütlenmeler içinde egemen olan ağdalı bürokrasi ve şekilcilik, yaşa ve akademik ünvanlara dayalı anlamsız hiyerarşi,  işe, üretime, toplumla etkileşime yönelik çalışma yürütülmesini büyük ölçüde güçleştirmektedir. Küçük gruplardan en şöhretli kuruluşlara kadar, sivil çalışmanın temelini oluşturan, çalışmanın işlevini iyi tanımlamak, gündemi belli buluşmalarda gündeme bağlı kalmak, farklı görüşlere kendini ifade olanağı tanımak, katılımcılarla iyi bir iletişim sağlamak, her adımda alınan kararları saptayıp, iş odaklı bir biçimde yeni adımları örgütlemek, işleri tanımlı projeler halinde biçimlendirmek, katılımı artıracak önlemleri hep gündemde tutmak … gibi olmazsa olmaz ihtiyaçlar karşısındaki umursamazlık ya da daha ılımlı bir yorumla deneyim eksikliği, ortaya konulan emeğin büyük ölçüde boşa gitmesine yol açmaktadır. Azımsanmayacak sayıda STK üyesi ve yöneticisi için önemli olan, gerçekleştirilen üretim, yaratılan farkındalık, görev alanında sağlanan ilerleme değil, isimlerinin üye ya da yönetici listelerinde yer alması, temsilci olarak yurt içi ve yurt dışı toplantılarda yer alma fırsatlarının sürmesidir.

 

Bu kapsamda, son yıllarda dernek, vakıf hukukunun demokratikleştirildiği, üniversitelerin giderek çeşitlendiği ve özerk bir yapıya kavuştuğu iddiaları önemli oranda geçersizdir; tek tek sivil yapılarda görülen aksamaların çok önemli bir bölümü 12 Eylül yaklaşım ve yapılarının, bunaltıcı hiyerarşik kontrolün sivil alana yansımalarıdır. Bunların geride bırakılması ancak iki alanda birden sağlanan ilerlemelerle gerçekleşebilecektir.

 

KÖKLÜ BİR YENİLENME İHTİYACI

Yukarıdaki iki tez geçerli ise, Türkiye’de bir Kültürel Miras Hareketi’nin kurulmasının kaçınılmaz bir biçimde köklü yenilenmelerden geçeceği açıktır.

Büyük ölçüde üniversitelere ve bir-iki meslek çevresine hapsolmuş, yorgun, bezgin, çağdaş iletişim ve toplumsal hareket yöntemlerinden kopuk, politik çizgisi itibariyle hayli muhafazakar bir akım olarak kalan korumacılığın, dostlar arası üzüntü ve öfke paylaşımlarının ya da açılan dava sonuçlarını birlikte beklemenin ötesine geçebilmesi, çok kısa sürede gerçekleştirilebilir bir hedef değildir. Bu süreç, önemli bir boyutuyla, daha genel bir gelişmenin, Türkiye’de toplumsal muhalefetin, insanlığın geliştirdiği temel değerlerle ve kitlesel çıkarlarla uyumlu bir yeniden ayağa kalkması, ülkede yurttaşlık haklarının ve bilincinin yükselmesiyle yakından ilişkilidir. Öte yandan, güçlenen bir koruma hareketinin oluşturulması da, demokratik gelişmeyi, farklı toplum kesimleri arasında kimliklere, farklı kültürel miraslara saygı ve eşitlik temelli ilişkilerin kurulmasını, bu anlamda genel demokratik gelişmeyi destekleyen bir sürecin yaratılması anlamına gelecektir.

Yine de, doğrudan kültürel mirasla ilgili kurum, kuruluş ve gruplar içinde yapılmasına başlanabilecek, başlanmışsa sürekli kılınabilecek birçok iş vardır. Kültürel mirasın korunması çalışmalarında, (a) tek tek grup, kurum ve kuruluşlar içinde üretim temelli (başarıları ölçülebilir ve her fırsatta hesabı verilen) çalışma, (b) kurum içi demokrasi kurallarına uygun bir ilişki anlayışının geliştirilmesi; (c) bu alanda yer alan çeşitli birimler (STK’lar, akademik kurumlar, yerel ve merkezi yönetim organları) arasındaki iletişim ve ortaklıkları geliştirecek kanallar yaratılması; (d) komşu sosyal hareketlerle dayanışma ve ortaklıklar kurulması; (e) uluslar arası deneyim alışverişinin ve ortak projelerin her düzeyde güçlendirilmesi; (f) özel sektör ve devlet kurumlarıyla ilişki ve ortaklık kanallarının açık tutulması ve (g) kültürel miras çalışmalarının toplumsal tabanını yenileyip geliştirmesine, temel olarak mağdur kesimlere dayanmasına yardımcı olabilecek her fırsatın kullanılması, bu yenilenmenin önemli alanlarıdır.

Türkiye’de kimi sektörlerin kısa dönemli karlarını maksimize etmek için kültürel mirasa karşı giriştiği gözü kara saldırılar ve projeler, ancak böylesi kitlesel, genç, çağdaş ve güçlü ortaklara sahip bir hareket tarafından göğüslenebilir, ya da daha gerçekçi bir kestirimle, sınırlanabilir.

Son yıllarda, geleceğe işaret eden olumlu başlangıçlar bu tür bir köklü yenilenmenin işaretlerini vermektedir (Orhan Silier, 2011, s.17-18):

“Sayısal haberleşme olanaklarının daha yaygın ve daha düzenli olarak kullanılmaya başlanması, bu arada kimi kararlı aktivistlerin yaygın bir iletişim için zaman ve emeklerini ortaya koyup önemli gelişmelere ilişki bilgilerin düzenli olarak binlerce kişiye ulaşmasını sağlamaları, iletişim boşluğunun giderilmesi için ilk adımı oluşturuyor (…).

“Bir başka olumlu gelişme, Türkiye doğa koruma hareketi ile kültürel mirası koruma girişimleri arasında geçmişte benzeri görülmeyen bir yakınlaşmanın başlamış olmasıdır. Allianoi ve Hasankeyf!in kaderinin kültürel mirasın kaybedilmesi olduğu kadar doğanın tahribi olduğu bilinciyle başlayan ve on binlerce doğaseveri yıllardır başarıyla mobilize eden Atlas  dergisinin de katıldığı bu yakınlaşma, genel olarak yaşanabilir ve sürdürülebilir bir çevrenin savunulması için çok önemli bir adımdır (…).

“Öte yandan, sivil toplum çalışmasının örgütsel gerekleri eskisine oranla giderek epeyce daha büyük bir kesim için tanıdık gelmeye başlıyor. Güncel ve zengin bir web sayfasının etkisini bilerek buna katkı yapmaya çaba göstermek,  kabul edilebilir standartlarda bir proje yazmak, bir toplantı düzenlemek, toplantıdan hemen sonra tutanak özetini hazırlamak, bir örgüt çalışmasını basının işine yarar bir bültenle duyurmak, üyelerden para toplarken ve gönüllülerden destek isterken bıkıp pes etmemek [ve alınan bağışların ayrıntılı hesabını vermeyi ihmal etmemek], elektronik posta haberleşmesinde zamanın önemini kavramak, örgütün kaynakları ile amaçları arasındaki dengeyi gözetmek, farklı görüşleri kişisel gerginlikle düşmeden tartışmak için üslubuna dikkat etmek… gibi örgüt yaşamının temel pratik gerekleri, artık daha çok kişi tarafından biliniyor ve paylaşılıyor (…).

“Kamuda memur kalitesinin artması ve sivil toplum kuruluşlarına ilişkin devletçi önyargıların gevşemesi ile, kamu bürokratları ile sivil toplum temsilcileri arasındaki ilişkilerin yer yer daha kabul edilebilir, daha eşit duruma gelmesi bir başka olumlu süreçtir. Ülke ya da kent politikasında aktif, gelecek vadeden bazı politikacıların korumacılığın politik pirim yaptığını görmeye başlamaları ile daha geniş ölçüde birleştiğinde, bu süreç devletle sivil toplum arasındaki buzların kırılmasına önemli katkıda bulunacaktır.

“Kısaca, gelir ve eğitim düzeyi yükseldikçe, iniş ve çıkışlarla da olsa Türkiye daha demokratik bir ülke haline geldikçe, dünyaya daha büyük ölçüde açıldıkça, kültürel miras çevrelerine kulak kabartanların oranı yükselmekte, kulak kabartmakla yetinmemeyi kendi kişilik bütünlüklerinin bir gereği görenlerin oranı artıyor.

“Yukarıda sayılan eğilimler, henüz çok bariz, baskın eğilimler değildir. Nasıl bu eğilimlerin ortaya çıkmasında dün atılan tohumların önemli bir katkısı olmuşsa, bugün dünya ve Avrupa deneyimini yakından bilerek yeni tohumlar atılması da belki daha da yüksek bir verimlilikte katkı sağlayacaktır.”

Faro Konvansiyonu’nun, geliştirdiği kavramlar ve yaklaşımlar, Türkiye’de kültürel miras çalışmalarının etkin bir toplumsal harekete dönüşebilmesi için yararlanabileceği uluslar arası birikimleri temsil etmektedir. Bu konvansiyonun hazırlıkları sırasında gerçekleştirilen ön çalışmalar, sonrasında sürdürülen “Avrupa Çoklu Kültürel Aidiyet Bildirgesi” türünden temel diplomatik ve entelektüel ürünler iki yönlü yarar sağlama potansiyeline sahiptir. Hem Türkiye Cumhuriyeti’nin resmen Faro Konvansiyonu’nun imzacıları arasında yer alması için çalışma yürütülmesini bir kampanya konusu haline getirerek bir talepler dizisini toplumun ve iktidarın önüne koymak, hem de kültürel mirası savunan bireyler ve kuruluşlar olarak bu kanalla öteki Avrupa ülkelerindeki benzer amaçlı kişi ve kuruluşlarla somut bir platform etrafından düşünsel alışverişte bulunmak olanaklıdır. Bu metinler, 1990’lı ve erken 2000’li yılların çatışmacı, dışlayıcı politikalarının dünyamızı ve toplumlarımızı özlediğimizden çok daha farklı yerlere götürdüğünü görenlerin daha barışçı, eşitçi ve demokratik bir dünya için öneriler geliştirme çabalarının bir yansımasıdır.

Toplum yaşamımızda aidiyetlerin hayli katı, hayli tekçi ve dolayısıyla kutuplaşmış ifadelerini aşmakta zorlandığımız bir dönemde, Faro Konvansiyonu metninin ve bağlı çalışmaların geniş çevreler için birer öğrenme ve tartışma malzemesi niteliğini kazanması bile sevinç verici olacaktır.