KÜLTÜREL MİRAS VE STK’LAR :
AVRUPA VE TÜRKİYE

Orhan Silier

TÜRKİYE’DE  MODERNİTEYE GEÇİŞ VE KÜLTÜREL MİRASIN TAHRİBİ

Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk toplu modernleşme hareketinin başladığı 19. yüzyılın ilk çeyreğinden günümüze, Türkiye’de, genel hatlarıyla hayli başarılı bir moderniteye geçiş süreci yaşandığı söylenebilir. Kuşkusuz, dünyada 200 yıla uzanan bu dönemi Türkiye’den çok daha başarılı bir biçimde değerlendiren başka bazı ülkeler olmuştur. Yine de, özellikle başlangıç koşulları göz önüne alındığında, Osmanlı İmparatorluğu’nun ve Cumhuriyet’in birçok alanda ortalamanın hayli üzerinde bir performans gösterdiğini söylemek yanlış olmayacaktır.

Bu genel tablonun içinde, öteki sektörlere göre açıkça geri, başarısız kalınan bir alan kültürel mirasın korunmasıdır. Şu iddia rahatlıkla ortaya atılabilir:  Son 200 yıl içinde, değişen rejimler ve iktidarlar, kimi iniş çıkışlarla, bu alanda olumsuz bir ortak politika izlediler, kültürel mirasın kabul edilmez bir biçimde ihmalinin, tahribinin sorumluluğunu taşıdılar: Türkiye’de hem mimari ve arkeolojik miras (en başta sivil mimari eserleri ve yerleşim yerleri civarındaki arkeolojik buluntular), hem taşınabilir maddi miras (vakıf ve tekke eserleri, gündelik yaşam koleksiyonları, kurumsal arşivler, etnografik malzeme), hem de somut olmayan kültürel miras (çeşitli etnik-dinsel grupların dilleri, törenleri, şenlikleri), temel olarak zamanın acımasız etkilerine terk edildi ya da kurgulanmış büyük tahrip dalgaları tarafından önemli ölçüde yok edildi.   

Bu tahribatın bir bölümü Anadolu’yu Türkleştirme, bir bölümü Osmanlı mirasından kurtulma, bir bölümü ise kalkınma, şehirleşme ve teknolojik ilerleme adına yürütülen devlet politikalarının, tarihe duyarsız, en kaba biçimler altında uygulanması sonucunda gerçekleşti.  Bir diğer bölümü ise, özel kurumların ve tek tek yurttaşların ihmalleri, çaresizlikleri ve Batı’dan esen güçlü rüzgarlara boyun eğip “şimdi böylesi moda” eğilimine uymaları sonucunda ortaya çıktı. Alafrangalaşma tüm yaşam biçimiyle birlikte bunun adet, ortam ve malzemelerini de değiştirdi. Osmanlıca okuyup-yazma becerisinin eğitimden, bakır kap kacağın evlerden, ahşap konakların mahallelerden kaybolma hızı birbiriyle yarıştı.   

Türkçü ve İslamcı iktidarlar, yalnızca Bizans, Roma, Kürt, Ermeni, Süryani kültürel mirasına karşı duyarsız olmakla kalmadılar, Selçuklu ve Osmanlı mirasını da ihmal ettiler. Önce Osmanlı eliti, ardından Cumhuriyet seçkinleri kendilerine dedelerinden, babalarından kalan ne varsa, neredeyse hepsini çok kolayca ve çok hızla gözden çıkardılar. Müslüman olmayan cemaatlerin önemli bir kesiminin, milyonlarca Anadolulunun iskan, tehcir, mübadele ve kişisel göçle yurtlarını terk etmeleriyle, bu grubun daha önce genel nüfus içinde onda biri aşan payı kısa sürede yüzde birin altına düştü. Yalnız İstanbul ve İzmir’de değil, Anadolu’nun birçok kentinde, kentli kültür birikiminin önemli bir kesimi yok oldu. Ardından, sonraki on yıllarda, bu kentlerin Müslüman–Türk eşrafının önemli bir bölümünün üç-dört büyük kente taşınmaları ile kültürel erozyon katmerlendi. Türkiye’nin bütünü iyice taşralaştı.

İş ve barınma şanslarını büyük kentlerde arayarak, çaresizliklerine çare bulma peşindeki milyonlara kentte yasal ve uygar yaşamı çok gören, bu konuda hiçbir ciddi planlama ve kurumsal hizmet sağlamayan iktidarların, bu büyük grubu kendi çok daha büyük ölçekli imar vurgunu ve devlet arsası talanı süreçlerine küçük ortak ederek, politik olarak bağımlı kılmaları, kentler üzerinde bir büyük buldozer etkisi yarattı.

Bu süreçlerle Türkiye’nin hemen her bölgesinde birkaç on yıl içinde binlerce yıllık kentsel mirasın, yeşillikler içine kurulmuş bir ahşap uygarlığının yok edilmesi, kentsel doku ve siluetin ortadan kaldırılması büyük ölçüde tamamlandı.

19. ve 20. yüzyılda kültürel mirasa duyarsızlığın, geçmiş birikimler karşısında kıyıcılığın birden çok kaynağı olduğu doğrudur. İlk aşaması “üzerinden tren geçecekse saray bahçem feda olsun” gözü karalığı ile başlayan, Avrupai her şeye hayranlığın zirveye çıktığı 19. yüzyılın ikinci yarısında, bu cins araştırmaların niye yapıldığını merak bile etmeyip, Avrupalılara onlarca arkeolojik alanın buluntularını bağışlayan tutumun kaynakları, kuşkusuz, daha sonraki İttihat-Terakki dönemi Türkçülüğünün ve Kemalist ulus-devlet kuruculuğunun Osmanlı kültürü karşısındaki tutumunun kaynakları ile aynı değildir.  Benzer şekilde, rejim, alfabe ve başkent değişiklikleriyle ivme kazanan Cumhuriyetin on yıllarca İstanbul’u ve örneğin Osmanlı arşivlerini ve zanaatlarını ihmali ile, 1950 sonrasında kapitalizmin hızlı gelişimi ile zirveye çıkan Menderes imar hareketleri, apartmanlaşma furyası ve 1960’larda, 1970’lerde bunu izleyen Demirel yıkımları farklı çıkış noktalarına sahiptir… Şimdi, on yıldır (İstanbul Belediye Başkanlığı dikkate alınırsa daha uzun süredir) Erdoğan ve ekibi tarafından çok daha büyük mali ve teknolojik olanaklarla gerçekleştirilen tarih kıyımı ise, bu alanda yeni bir aşamadır.
Tüm bu dönemlerde korunabilen korunması gerekenin küçük bir oranı olarak kalmıştır.

Moderniteye geçiş ile özellikle gözden çıkartılan kültür miras grubunun ne olduğu, yerine neyin konulmasının, nasıl, hangi söylem ve tekniklerle özendirildiği de zaman içinde değişmiştir. Bu 200 yıllık dönem boyunca ortak yanı Türkiye topraklarındaki kültürel birikime etnik-dinsel-kültürel ayrım gözetmeden tümüyle sahip çıkmayıp, açık ya da örtük ayrımcılıklar yapmak olan arka-plandaki genel ideolojik yaklaşım bile, kendi içinde farklı dallara bölünmüştür.

Farklılaşmayan ana nitelik, düne, tarihe ait ne varsa – her bir iktidarın işine gelen çok dar bir maddi-manevi varlık grubu dışında - bunlara “köhne,” kolayca vazgeçilebilir varlıklar gözüyle bakan kültürel miras kıyıcılığının, her türden tarihi esere duyarsızlığın, temel olarak, yükselen yeni toplumsal iktidar grubunun çok kısa dönemli çıkar hesapları üzerine temellenmiş olmasıdır. Tüm süreçte, kendi gündelik kişisel ve grupsal çıkarlarını, yeni modalarda, yeni tüketim biçimlerinde, özellikle de toplumun yeni kentsel alanlara, yeni binalara yönelip, var olan kültürel mirasın kaderine terk edilmesinde gören bir azınlığın iktidardaki ağırlığı çok belirleyici bir rol oynamıştır.  Türkiye’de uzun bir dönemdir zenginliğin en başta gelen kaynağının kent toprağı üzerindeki spekülasyonlar ve imar yolsuzlukları oluşu, inşaat sektörünün, özellikle konuta ve bağlı işlevlere yönelik inşaat sektörünün tüm öteki sektörler için bir motor işlevine sahip oluşu birçok şeyi açıklamaktadır.

 

ORTAK KÜLTÜREL MİRASA KARŞI AİLE, KENT, ÜLKE ÖLÇEĞİNDE  DUYARSIZLIK

Türkiye’de dedesinin, babasının evini onarıp burada oturan insan oranının, dünyanın birçok ülkesine göre çok daha düşük olduğunu yaşam gözlemlerimizle biliyoruz. Ancak, bırakın dedesinin, babasının kullandığı binayı kullanmayı sürdürmeyi, onlardan kalan kimi eşyaların değerini bilen, onlarla bazı ortak kitapları okumuş, aynı şiirleri, şarkıları-türküleri söylemiş, aynı şenliğe katılmış, aynı okullara devam etmiş, aynı kahvehanelere, lokantalara gitmiş,  benzer güzelliklere hayran kalmış, hatta tüm bunları bir yana, yalnızca albümünde üç kuşak öncesine ilişkin birkaç aile fotoğrafı bulunan kentli insan oranı bile şaşılacak derecede düşüktür.  Ve bu, rastlantısal değildir; moderniteye geçiş sürecinin Türkiye toplumunda yarattığı derin etkilerin yanı sıra, bu etkileri dengeleyecek, hümanist, Anadolu’ya tümüyle sahip çıkan bir sentez yerine, adım başı tarihi kutsar görünüp onu yok etmeye yönelik politikaların ısrarla sürdürülmesinin de sonucudur.

Aynı durum kasaba, kent ölçeği için de geçerlidir. Son yüzyıllarda, özellikle son 50-60 yılda tüm Türkiye’de kent dokuları, hemen hiçbir semt ya da mahalleye istisna tanınmadan, yüksek oranlarda tahrip edilmiştir. Büyük çoğunluğu en az birkaç bin yılık geçmişe sahip bulunan Anadolu kentleri, çölde ya da boş kırsal alanlarda operasyon yapar gibi, imar değişiklikleri ile ya da buna bile gerek görülmeksizin tümüyle kaçak yapılaşmalara açılarak, tanınmaz duruma getirilmiştir. Bugün 50 yaşını aşmış bir kentli için, çocuklukta evinin olduğu sokağı, eğitim gördüğü okulu, kaldırımlarında yürüdüğü caddeyi, ilk gittiği sinema binasını ya da altında oturduğu ulu ağacı tanınabilir durumda bulmak, hatta mahallesinin ya da semtinin adının değişmediğini görmek bir şans işidir.

Kentlerimizde, gelişmiş ülkelerin tersine, kent arşivleri hiçbir zaman olmamış, kente ilişkin var olan belgeler ise büyük çoğunlukla merkeze yollanmış ya da tahrip edilmiştir. Kentlerde açılmış üniversitelerde, eğer tarih, sanat tarihi, antropoloji, arkeoloji gibi bölümler varsa, bunların kentin kültürel mirası ile bağları çok sınırlıdır. Türkiye’de gerçek kent müzeleri yok denecek kadar azdır; var olanlar ise, yerelin hikayesi yerine devletin, merkezin o kentteki gelişmesinin hikayesine odaklanmıştır. Toplam sayısı iki elin parmaklarını ancak geçen etnografya müzeleri,  büyük çoğunluğu birkaç aylığına merkezden gönderilen ve yöre kültürel malzemesini bilmeyen uzmanlarca tek tip olarak düzenlenmiş, daha çok orta ve üst sınıf eşyalarından oluşan, son derece küçük koleksiyonlara sahip, genellikle dinamizmden yoksun, turistik gösteri vitrinlerinden ibaret olan kuruluşlardır.

Kent dokusunun ve siluetinin inanılmaz bir hızda bozulması, sık sık ağlanması mı, gülünmesi mi gerekeceği belirsiz görünümlere yol açmaktadır. Örneğin, İstanbul’un Kuzguncuk, Arnavutköy gibi bir-iki semtinin her biri 19. yüzyıl ve 20. yüzyıl başından kalma beş-on binayı barındıran birkaç sokağında, gece saatlerinde buraları film seti olarak kullanan film ekiplerinin gürültülü çalışmasından uyku uymak zorlaşmakta, birbirinden çok farklı tarihsel dönemlerde geçen hikayeler, ardı ardına, aynı evler kullanılarak, filme çekilmektedir. 

Kültürel mirasın ihmali ve tahribi, kuşkusuz, yalnızca hane ya da kent ölçeğinde gerçekleşmemektedir. Yaşadığımız topraklarda, yüzyıllar boyunca yerel duyarlık, dayanışma, hayırseverlik ve korumacılığın başlıca odağı durumundaki vakıflar, önce 1820’lerde II. Mahmut yönetimi, daha sonra Cumhuriyet kurulur kurulmaz Büyük Millet Meclisi tarafından, katmerli devlet denetimi ve yönetimi altına sokulmuştur. Tarihi vakıflara yapılan bu müdahale daha sonraki dönemlerde ağırlaştırılarak sürdürülmüştür. “Azınlık Vakıfları” yüz kızartıcı baskılarla karşı karşıya bırakılmış, sahipleri en yüksek adalet organları tarafından tekrar tekrar “yabancı” ilan edilmiş, mallarının önemli bir bölümüne şu ya da bu yolla el konulmuştur. Böylece, Vakıflar Genel Müdürlüğü, örneğin İngiltere’deki Milli Vakıf (National Trust)  gibi, sivil toplumun bir parçası olarak varlığını sürdürme, yalnızca vakıflar sistemi içindeki binlerce tarihi eserin değil, genel olarak kültürel mirasın korunmasında etkin roller oynama olanağından yoksun kılınmıştır. Son yıllarda olduğu gibi, başına dinamik genel müdürler de getirilse, bir devlet dairesine dönüştürülmüş vakıf yönetimleri, kaliteye özen, tarihi dokuya saygı, uzun dönemli koruma-kullanma dengesi için sorumluluklar üstlenebilecek durumda değildir.

Yukarıda aile, kent ve tarihi vakıflar ölçeğinde örnekleri verilen bu tablo, kentsel yenileme, depreme hazırlık ve sık sık gerçekleştirilen plan değişiklikleri sonucunda dev büyüklüklerde yeni kentsel alanların imara açılması ile bütünleşerek, her geçen yıl tarihi bağlamdan, yerel estetik tanımlardan bütünüyle kopuk “hiçbir yer”lerin (Doğan Kuban), “mutlak sahte”lerin (Umberto Eco) yaygınlaşmasını birlikte getirmektedir. Amerikan alt ve orta sınıf alışkanlıklarının yaşam biçimini giderek daha büyük ölçüde belirlediği bu rüzgarların, örneğin İspanya, Fransa, İtalya ve Yunanistan’a göre çok daha büyük bir kitleyi etkisine aldığı koşullarda, pervasızca kent merkezlerine sokulan sitelerin ve alış veriş merkezlerinin karakterize ettiği bir yaşam içinde, kültürel mirasın korunması iyice arka plana düşmektedir.

 

TAHRİP MEKANİZMASI : SÖZDE PROJELER

On yıllardır kültürel mirası tahrip mekanizması büyük çoğunluğu ile şöyle işlemektedir. Önce, birden bire başbakanlar, bakanlar, valiler, belediye başkanları, genel müdürler… gibi üst yöneticiler tarafından, “proje” adı altında - aslında yalnızca kabaca formüle edilmiş niyetlerden ibaret olan- yenileme ve kültürel mirasa müdahale hedefleri ortaya atılmaktadır. Otoriter ve gelişme halindeki bir demokraside, ilgili çoğu kurum, kuruluş ve uzman, bunların birer proje değil, genellikle kamu çıkarına aykırı, tutarsız, kaynak israfına yol açan, ilkel yok etme niyetleri olduğunu bu “devletlu ve haşmetlu”ların yüzüne vur(a)mamakta, hatta böylesi niyetler basın tarafından yaldızlanarak halka çözüm reçeteleri, yenilikçi atılımlar olarak sunulmaktadır.

Henüz bu hedefler ilk ortaya atıldığı sırada ya da çok kısa bir süre sonra, ileride bu projeleri uygulayacak firmalar projelendirme hazırlık işiyle görevlendirilmekte ve -birkaç danışma gösterisi dışında- ne projeden etkilenecek yurttaşların, ne meslek çevrelerinin ve akademik kurumların görüşleri alınmakta, yapılan eleştiriler ülkenin gelişmesini istemeyen dar kafalı kişilere ait olduğu söylenip yok sayılmaktadır. Böylece daha ilk adımda, hem proje hazırlayıcısı ile uygulayıcısının aynı şirket olmasında doğan önemli bir çıkar çelişmesi, hem de demokratiklikten tümüyle uzak bir proje üretim süreci başlamaktadır.

Ardından, çoğunlukla daha teknik çalışmalar bile tamamlanmadan  – hatta daha önce hazırlanmış kentsel planlar, ilke kararları da emir yüksek yerden geldiği için bir yana bırakılarak- uygulama başlatılmakta, “kervanın yolda düzene gireceği” mucizesi peşinde koşulmaktadır.

Bu arada, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulları proje için sorun yaratıyorsa, hemen politik baskılara girişilerek, olmazsa üyeleri değiştirilerek ya da birden bire sayıları artırılıp güvenilir kişilere çoğunluk sağlanarak, kurullar etkisizleştirilmektedir. Eğer, Mimarlar Odası, İnşaat Mühendisleri Odası, Şehir Plancıları Odası gibi meslek gereklerini olduğu kadar, kamusal çıkarları da koruma peşindeki kuruluşlar yargıya gidip bir karar almışlar ise, süreç yavaşlamakta, ancak, bu tür kararların da etrafından dolaşılarak “büyük proje”ler hızla tamamlanmaktadır. Sonra, genellikle olumsuz etkileri ağır basan ve bütçesi beklendiğinden de yükseğe çıkan uygulamanın büyük bir başarı olduğu ilan edilerek, hemen bir başka “proje”ye doğru yol alınmaktadır.

Karadeniz Sahil Yolu’ndan Kız Kulesi’ne, Allianoi ve Hasankeyf’ten Üçüncü Boğaz Köprüsü ve Boğaz Otomobil Tüneli’ne,  HES’lerden, Sulukule’ye, Salı Pazarı ve Kartal Kentsel Yenileme projelerinden İstanbul Kongre Merkezi Kompeksine … kadar yüzlerce operasyon bu mekanizma ile gerçekleştirilmiştir ya da gerçekleştirilmesi amaçlanmaktadır.

Önce karar, sonra uygulamaya başlama, en sonra araştırma, paydaşlara “danışma” mantığına dayalı iş görme mekanizması, yalnız koruma ve kentleşme ile ilgili belli başlı yasa ve ilkelere değil, başta Venedik sözleşmesi olmak üzere son on yıldır artık ülke yasalarının üzerinde olduğu kabul edilmiş olan uluslararası sözleşmelerin tümüne de aykırıdır. Bu yönüyle, yalnızca kentlerimizin çoğu evleri değil, belediyelerimizin ve devletimizin çoğu çalışmaları da kaçak, yasa dışı süreçlerin ürünüdür ve çağdaş koruma süreç tanımlarına aykırıdır.

 

TEK BİRİM ÖLÇEĞİNDE KÜLTÜREL MİRASA ÖZEN EKSİKLİĞİ

Kültürel miras korumasının belki de en fazla aksadığı alan tek eser, varlık, bina ölçeğinde envanterleme, koruma, onarma ve bakım alanıdır.   

1970’lerden günümüze, yapılan – büyük bölümünün uluslararası standartlara uygunluğu tartışmalı - kültürel miras envanterleme çalışmaları sonucunda yalnızca yaklaşık 100,000 kültür varlığı envanterlenebilmiştir. 1990’ların sonunda Türkiye Bilimler Akademisi’nde (TÜBA) rahmetli Ufuk Esin ve TÜBA eski Başkanı Engin Bermek’in öncülüğünde girişilen çalışmalarla desteklenen Kültür Bakanlığı faaliyeti, ilk hedef olan – çok daha küçük bir yüzölçümüne ve çok daha az katmanlı bir tarihsel birikime sahip - Macaristan’nın 1 milyon envanterlik minimum çıtasına eşit bir sayısal düzeye ulaşılması için gerekli kurumsal altyapıyı hiçbir anlamda kurabilmiş, gerekli bütçeyi, başlangıç anlamında bile, sağlayabilmiş değildir.

Koruma Laboratuarları’nın sayısı ve kalitesi ihtiyacın çok gerisindedir. Var olan birkaç koruma laboratuarının amaca uygun, yeterli sayıda ve nitelikte personele ve teknik olanaklara sahip olmaması, var olan çok küçük çaplı müze koleksiyonlarının da bakımsız kalmasına, hatta tahribine yol açmaktadır.  

İlk anda inanılmaz görünse de, Türkiye’deki sayısı 300’e yaklaşan devlet, belediye, kamu müzelerinin tümünün, tüm özel müzelerle birlikte sahip oldukları toplam tarihi eser sayısı 4 milyon civarındadır. Bu rakam, yaklaşık olarak, tek bir büyük Batı müzesinin koleksiyon sayısına eşittir. Üstelik, önemli bir bölümü tarihi sikkelerden ve antik çağa ait arkeolojik buluntulardan oluşan ve yıldan yıla gelişme hızı çok düşük olan bu koleksiyonun önemli bir bölümü de, gerekli araştırma, bakım ve onarım yapılmadığı için, yakın zamanda kaybedilme riski ile karşı karşıyadır.

Tarihsel miras biriminin arkeolojik koruma alanları olduğu durumlarda, araştırma, kazı, kazı alanının güvenliği ve bakımı on yıllara uzanan bir ilgiyi zorunlu kılar. Höyüklerden deniz altı batıklarına, yerleşme alanları altında kalmış kent arkeolojisi sitlerinden – Bizans, Selçuklu ve Osmanlı “harabe”lerinden - yerleşim görmüş mağaralara kadar bir dizi arkeolojik alan, ilgi ve yatırım istemektedir. Buna karşılık, son yıllardaki bazı küçük oranlı sayısal artışlara rağmen, Türkiye’de toplam resmi kazı sayısı, ülke yüzölçümüne ve bilinen arkeolojik varlığın boyutlarına göre çok düşüktür. Ancak, bunun kadar önemlisi, yıllık kazı izinlerinin son günlere kadar geciktirilmesi, destek bütçelerinin sınırlılığı ve bürokratik düzenlemelerin katılığıdır. Yıllardır gündemde olmasına rağmen, kazı sorumlularının bulgularını yeteri çabuklukta ve kapsamda yayına dönüştürmemeleri ile daha önce sıralanan aksaklıklar birleşince, inisiyatif tarihi eser hırsızlarına kalmaktadır. Yüzlerce ve yüzlerce definecinin en ileri teknikleri kullanarak ve ellerini kollarını sallayarak yaptıkları kaçak kazılarla sağlanan eşyaların, Batı’nın en önde gelen müzayedelerinde listeleri doldurması rastlantı değildir.

 

RESTORASYON YERİNE YENİLEME – BAKIM YERİNE KADERİNE TERK

Birim ölçeğinde kültürel miras korumasındaki aksamaların en yakından gözlendiği alan mimarı miras restorasyonlarıdır. Türkiye’de, var olan uygulama çok yaygın bir biçimde “restorasyon”u bir koruma değil, tahrip çalışması alanı durumuna getirmiştir.

İster nitelikli mimar - mühendis - restoratör eksikliğinden, mal sahiplerinin büyük kullanım alanları talebi, çalışmaları kısa süreye sığdırma baskısı ve restorasyon bütçelerinin küçüklüğünden, ister görünüşteki katılığına karşın etkin resmi denetim eksikliğinden doğsun, ister imar ve tarihi eser tahribi suçlarının sık sık affa uğramasından, ister yeterli eğitimi almış usta ve işçi azlığından, ister son on yıllarda Türkçü-İslamcı çevrelerin uydurma Osmanlı ve hatta Selçuklu mahallelerini ihya etme modasından… olsun, restorasyon, temel olarak bir onarım ve yapıya yeni yaşam süresi kazandırma işlevi olmaktan çıkıp, plan-proje, yapım tekniği ve kullanılan malzeme açısından keyfi, alabildiğine yaygın bir yeni inşaat faaliyetine dönüşmüş durumdadır.

İngiltere’de 19. yüzyılın ortalarında, Sanayi Devrimi’nin zirvelerinde, ya da Japonya ve Almanya’da İkinci Dünya Savaşı’nın ardından gerçekleşen savaş yıkımlarından kurtulma dönemindekine benzer bir umursamazlık, üstelik hız kesmeden, 1950’lerden günümüze, restorasyon adına Türkiye’nin daracık kalmış tarihi bölgelerini kasıp kavurmaktadır. 

Bir koruma yöntemi olan restorasyonun kentin merkez semtlerindeki yeni inşaatların çoğuna asılı bir yafta haline getirilmesi, bu oyuna mimarlık eğitim kurumlarından koruma kurullarına, proje bürolarından basın-yayın kuruluşlarına kadar geniş bir aktör grubunun ikna edilmesi, İstanbul’un ve Anadolu’nun yüz binlerce ahşap ev mirasının iki-üç bine düşürülmesinin başlıca nedenidir. Bu, kültürel seri cinayetler trajedisidir ve cinayetlerin yaygınlığı bu sıfatı geçersiz kılmamaktadır.  Bir bölümü yüzlerce, bir bölümü onlarca kuşağın emek ürünü olan ve önemli bölümü 20. yüzyıl ortalarına kadar varlığını koruyabilmiş olan milyonlarca taşınır ve taşınmaz kültür varlığı, küçücük bir grubun karı için, üç-dört kuşağın aymazlığı ile yok edilmiştir.

Bu kapsamda, bir biçimde ayakta kalmış ya da koruma altına alınmış kültür varlıklarının periyodik bakımlarının gereği gibi yapılmaması ve önemli bir bölümünün tümüyle bakımsız kalması bir başka temel sorundur.

Kamu kurum ve kuruluşlarının sahip oldukları tarihi eserlerin yıllık bakımı için kullanabildikleri bütçelerin kısıtlılığına; özel mülkiyetteki tarihi binaların bakımsız kalması durumunda sahiplerine yükümlülükler getiren bir mevzuatın olmamasından, düşük gelirli tarihi eser sahiplerine mali ve teknik destek sağlayacak mekanizmaların çok sınırlı oluşuna; tarihi eserlerin bireysel mülkiyette bile olsalar bir anlamda kamuya ait olmasının gereği olarak bunların sahiplerine köklü vergi indirimleri ve başkaca devlet destekleri sağlanmasının gözardı edilmesinden, sahibi olduğu tarihi binaları yeni işlevlerle kullanıp karının bir bölümü bakımına ayıracak özel kooperatif ve şirketlerin yokluğuna kadar uzanan bir dizi nedenle, bakımsızlık birçok tarihi eseri içten çökertmektedir.

Böylece, “bakımsızlıktan artık restore edilemeyecek durumda” olduğu ilan edilen yapı ve mekanlar,” yeni avlar biçimde otopark mafyasından, köşe dönmeci, tarihe saygısız müteahhide, yalnızca büyük-gösterişli yeni binalar peşindeki parlak kariyerli yöneticiden sahte tarihi mekanlar üreten kapkaçcı turizmcilere kadar, her çevrenin en saldırgan kurtlarının önüne atılmaktadır.

NE KAYBEDİYORUZ?

Yukarıda özetlenen gelişmeler bir şeyler kaybettiğimizi gösteriyor. Ne kaybediyoruz? Bu kayıplar kaçınılmaz mı?

Eğer,

  • Çok katmanlı bir medeniyetler merkezi olduğunu her fırsat belirtip duran ve bu özelliği gerçekten de en büyük zenginliği olan bir ülke, on yıllardır sahip olduğu varlıkların yani en büyük ve en kırılgan zenginliğinin envanterini çıkarmak için bile yeterli kaynağı ayırmıyorsa,
  • Binlerce yılın bilgi ve emek birikimini saklayan höyüklerini, harabelerini, define avcılarının; Anadolu’da birçok kentsel alanın sürekliliği dolayısıyla büyük önem taşıyan kent içi buluntularını, bu buluntuları telaşla betonla örtecek müteahhitlerin insafına teslim etmişse,
  • Yunan, Roma ve Bizans geçmişi bir yana, sık sık politik demagojilere konu edilen tüm Selçuklu, Osmanlı ve erken Cumhuriyet dönemi mirası olarak elinde (depolara, salonlara sığdırılamadığı boyuna yazılıp duran!) toplanmış müzelik malzeme koleksiyonu olarak, yalnızca ve yalnızca iki milyon civarında tarihi eser varsa, koleksiyon geliştirilmediği için son bin yılın bilgisi ve malzemesi yok oluyor, ya da yurt dışına akıyorsa;
  • Böylece, geneli statik devlet daireleri ya da galerilere dayanan müzecilik aşılıp, toplumla etkileşen süreli sergilere dayanan dinamik, çağdaş müzeler kurulamıyorsa,  gerçekten uzman malzeme bilgisine dayanan tarihi belgeseller hazırlanamıyor, araştırmacılar kaynak azlığından, obje sıkıntısından çalışma yapmakta zorlanıyorsa,
  • Kentlerin, hatta kasabaların tarihi dokuları, siluetleri büyük bir hızla yok oluyor, rant aranışına doymayan mekanizmalar tarihi mahalleleri birbiri ardı sıra son duvarına kadar buldozerler altında bırakıyorsa,
  • Restorasyon adı altında, elde son kalan yapıların yıkılıp yerlerini onları ancak uzaktan andıran, boyutları alabildiğine büyümüş, ruhu boşalmış binaların alması kural, uluslararası standarlarda koruma yapılması çok seyrek bir istisna durumuna gelmişse,
  • Taşınabilir, taşınamaz, yazılı, görsel, büyük çaplı ya da küçük ölçekli her türden tarihsel malzemenin onarım ve bakımını yapabilecek teknik örgütlenme, donanım, personel yan yana getirilmiyor, bunun için gerekli kaynak ayrılmadığı için bu varlıklar elden çıkıyorsa,     
  • Sünni-Türk çoğunluk dışında kalan nüfusun kültürel mirası, tüm bu yıkım ve ihmallerden katmerli bir biçimde payını alıyorsa,

böylesi bir toplum, her bir adımda geçmişten gelen köklerini kesiyor ve bununla birlikte, yeni, özgün dallar, yapraklar üretmekten vazgeçiyor demektir.

Bu toplum, bu ülke, her şey bir yana, özgüvenini, kimliğini, dayanışma ve ortak yaşam zeminini,  hiçbir politikacının parlak nutuklarının yerine getiremeyeceği biçimde kaybediyor demektir.

 

BU KAYIP KAÇINILMAZ MI?

Kuşkusuz, yalnız Türkiye’de değil, tüm dünyada teknolojik, ekonomik, sosyal değişimler, hızlı bir kültürel değişimi de birlikte getiriyor, bu değişim birçok durumda kültürel mirasın korunmasını zorlaştırıcı kimi etkiler yapıyor.  

Ancak, bu gelişmeler, boyun eğilmesi zorunlu, tüm yaşam alanımızı kaplaması kaçınılmaz süreçler anlamına gelmiyor. Her bir ölçekte kültürel mirasın özgün, gelecek için yaşam gücüne sahip, insanlığın büyük macerasında bilgi ve görgü kaynağımız olan unsurlarına öncelik vererek, evrensel, ülkesel, bölgesel, kentsel, yerel kültürü ve bunun taşıyıcıları olan maddi ve maddi olmayan varlıkları koruyup savunmak olanaklıdır.

Ekonomik ve teknolojik gelişmenin öncüsü konumundaki ülkelerin aynı zamanda kültürel miraslarını da en iyi koruyan ve dünyanın haklarındaki olumlu algılarını, meşruiyetlerini öncelikle bu kanalla sağlayan ülkeler oluşu rastlantı değildir. 

Gelişmiş, kendini kültür ülkesi olarak kabul ettirmiş ülkeler, geçmiş kuşakların emek ve birikimleri ile bugünkü kuşakların emek ve birikimlerinin harmanlanmasının toplumsal refah, barış, istikrar ve ilerlemenin ana gücü olduğunu tekrar tekrar kanıtlıyorlar.

Her ölçekte toplulukları birer “topluluk” olmaktan çıkartıp “toplum”a ya da kimlikli toplum kesimlerine dönüştüren, işte bu savunu, sentez ve harmanlamadır. Toplumların sürekliliği, dayanışması, kader birliği, maddi ve manevi kültürel mirasları ile evrensel değerleri bütünleştiren, bu tür bir sahip çıkışla yakından ilişkilidir.

Kültürel mirasın korunup geliştirilmesine çok yönlü ve derinliğine olarak çaba harcanmadığı, gerekli yatırım yapılmadığı durumda, toplumsal dayanışma ve ortak vizyon ihtiyacı sosyal demagoji ile karşılanmaya çalışılır. Kültürün ve kültürel mirasın sahiplenilmesi, bu mirasın bazı sembollerinin fetişleştirilmesine, komşu ve farklı mirasların şoven bir tutumla küçümsenip kötülenmesine, arkası kof böbürlenmelere ve korku inşa mekanizmalarına indirgenir.

Kültürel mirasın çağdaş biçimler altında sahiplenilmesinin yerini sloganların, gerçekte aşağılık duygusunun yönlendirdiği üstünlük, liderlik iddialarının ve övünmelerin aldığı durumlar, ülkeyi ve toplumu hem maddi, hem de manevi olarak yoksullaştırır.

Parlak sözler, demagojilerle değil, olumlu mirasa gerçekten sahip çıkarak tarihi sahiplenmek, karşılıklı güvenin, istikrarın, sürekliliğin en sağlam koşuludur. Birleştirici, ortak yaşamın temellerini geliştirici etkileriyle kültürel miras, karşılıklı saygı ve barışın önemli bir dayanağıdır.

Bu giriş yazısı kaleme alındığı sırada, gazeteler (Radikal, 18 Nisan 2011), devletin kişi başına kültür harcamasının Fransa’da 197, İngiltere’de 143, İtalya’da 112, Almanya’da 101, Yunanistan’da 32, Rusya’da 30 Euro iken, Türkiye’de yalnızca 10 Euro olduğunu açıkladılar. Bu fark yalnızca genel gelir farkı ile açıklanabilir bir fark değildir.  Kültür Bakanlığı bütçesinin toplam bütçenin yüzde yarımı olması ile, Türkiye’de tarihten bu kadar çok konuşulup tarihe karşı bu kadar sorumsuz davranılması arasındaki sıkı ilişkiyi, önce yaygın bir biçimde fark etmek, sonra değiştirmek zorundayız.

İstatistikler, kamu çıkarları ve genel ekonomik büyüme ile kültüre yatırım arasında güçlü bir olumlu ilişki olduğunu ortaya koyuyor. Son yıllarda birçok ülkede, özellikle Avrupa Birliği çerçevesinde yapılan araştırmalar, yalnızca ekonomik kriterler açısından bakıldığında bile, kültürel miras yatırımlarının çarpan etkisi en yüksek yatırım alanlarından biri olduğunu, birim yatırım başına yüksek istihdam ve gelir artışı sağladığını gösteriyor.

Dolayısıyla, bu özel odaklanma ve ilgiden en büyük çıkar sağlayabilecek kesimlerin desteğini alan, kendi grupsal ya da bireysel, kısa dönemli çıkarları kültürel mirasın ihmalinde, hatta tahribinde olan toplumsal kesimleri etkisizleştirerek, toplumun desteğini kazanmak bu duyarlılığa sahip kişi ve grupların önündeki tek seçenektir.

 

ÇATIŞAN ÇIKARLAR İÇİNDE KÜLTÜREL MİRAS TARAFINI YANİ TOPLUMUN UZUN DÖNEMLİ ÇIKARLARINI GÜÇLENDİRMEK

Kültürel mirasa gereği gibi sahip çıkılması, birçok başka toplumsal süreçte olduğu gibi, çeşitli çıkarların çatışmasına, bunlar arasında bir mücadele ve dinamik bir denge arayışına konu olmaktadır.

Birbirinden farklı çıkar ve perspektiflerin yan yana geldiği toplumlarda bu çıkarlar arasında bir çatışma olması ve kamu yararına yapılacak bazı dönüşümlerin bozulmuş olan dengeleri onararak, fazlaca gözetilmiş çıkarların frenlenmesini gerektirmesi beklenir.

Bu noktada tarihsel süreci bir yana bırakıp yalnızca bugünün Türkiye’sine odaklanırsak, örneğin günümüzde çok güçlü bir müteahhitlik sektörünün varlığının, ülke ekonomisi için avantajlarının yanı sıra, bazı dezavantajları da birlikte getirdiğini görürüz. Müteahhitlik sektörünün 2002 yılında 14.7 milyar lira olan büyüklüğünün geçtiğimiz yıl 45 milyar liraya yükselmiş olması, dünyanın en büyük 225 uluslar arası müteahhidi listesinde 2003’te 8 olan şirket sayısının geçen yıl 33’e ulaşması ve bu sektörün önümüzdeki yıllarda da yılda ortalama % 8.5 oranında büyüyeceğinin beklenmesi, avantajlarla birlikte tehditler de getirmektedir.

Spekülatif bir süreçle bir ok gibi yükselen kentsel arazi fiyatları ve kiralar, özellikle kentlerin tarihi merkezleri için büyük bir tehdit kaynağıdır. Kentlerin en prestijli merkezlerindeki binaların –tarihi binalar da dahil-  imar hakkı zorlamaları ile daha ekonomik ömürleri bitmeden ortadan kaldırılması, restorasyon adı altında gerçek ucubelerin üretilmesi, ulaşım sisteminin toplu ulaşımı ihmal edip varoşlara yayılarak gelişmesi, müteahhitlik sektörünün gücünden ve daha yüksek karlar için giriştiği açık-kapalı etkilerinden bağımsız değildir.

Yine örneğin, ilki yalnızca 24 yıl önce inşa edilen alış veriş merkezlerinin tüm Türkiye’ye yayılarak geçen yıl sayıca 259’a çıkmış olmasının ve sektörün çeşitli doğrudan ve dolaylı teşviklerle bu hızda büyümeye devam eğilimi göstermesi, yalnızca küçük mağaza ve dükkanlar bakımından değil, eski yerleşim yerlerini boşaltıp altüst ederek tarihi miras bakımından da ağır sonuçlar doğurmaktadır.

Aynı şekilde, Türkiye’de büyük bölümü deniz-güneş turizmine dayalı turizmin dünyada seyrek görülür süreklilikte bir patlama yaşayıp 2000’de 7 milyar dolarlık bir toplam gelirden 2010’da 22 milyar dolara ulaşmış olması da, iki taraflı bir bıçak etkisi yapmaktadır. Bir yandan kültür turizmi ve kültür bağlamlı turizm için bu gelişme bir katkı oluşturabilecekken, öte yandan, birçok örnekle görüldüğü gibi, tarihi binaların otel yapımı için yağmalanması, arkeolojik alanların her türlü kontrolden yoksun, en düşük kalite ithal ürünleri satan derme-çatma dükkanlarla dolu ilkel pazar yerlerine dönüştürülmesi, kentlerin tarihsel merkezlerinin tüm otantik özelliklerini kaybettiren vitrinler ve turistik gösteri alanları haline gelmesi son derece güncel eğilimlerdir.

Öte yandan, enerji sektörü, yalnız arıtmasız termik santrallerin faaliyetleri, fosil temelli yakıt kullanımı ile bulundukları çevreyi kirletmekle kalmamakta, aynı zamanda barajlar ve hidroelektrik santralleri kanalıyla, tarihi yerleşim yerlerini ve doğal dokuyu tahrip sorumluluğunu da paylaşmaktadır. Rüzgar enerjisi gibi doğaya en az zarar veren enerji türlerinin bile, kamu çıkarlarına karşıt, kontrolsüz bir gelişme gösterdiklerinde nasıl kentsel siluetleri ve doğal dokuyu bozduklarınının iyi bilindiği, bu konuda çeşitli Avrupa ülkelerinde kesin sınırlamalar konulduğu dünyamızda, Türkiye enerji sektörünün, şirket bilançolarındaki kar oranlarının yükselişi dışındaki faktörleri de dikkate almaya zorlanması şarttır.

Bugün gerek yazılı, gerek görsel basın-yayın organlarının sayfa ve programlarının baştan başa bu üç-dört sektörün reklamlarıyla kaplı oluşu, kısa vadeli karlarını yükseltmeyi kültürel mirasın ihmalinde ve tahribinde gören kimi sektörlerin gücü konusunda bir göstergedir.

Bu sektörlerin, hem TBMM’de, hem il genel meclislerinde, hem de belediye meclislerinde güçlü bir biçimde temsil edildikleri ve ayrıca çok aktif ve etkili lobilere sahip bulundukları bir sır değildir. Türkiye’de kültürel mirasın görmezden gelinmesi, ideolojik bir arka plana olduğu kadar ekonomik, sosyal ve siyasal güçler dengesine de sıkı sıkıya bağlıdır.

Dolayısıyla, müteahhitlik, emlak,  kitle turizmi ve enerji sektörlerinin uzun dönemli değil, ama kısa dönemli çıkarları ile kültürel mirasın korunmasının çıkarları birçok noktada çatışmaktadır. Böylesi bir çatışma, yapısal ve sistem bütünü içinde doğal bir gelişmedir. Kültürel mirasın korunması son tahlilde, ancak buna elverecek politik güç dengelerinin kurulmasına bağlıdır.

Bu çatışmada kaybeden tarafın hep kültürel miras yani ülkenin uzun dönemli çıkarları oluşu değiştirilmez bir kader değildir. Fren ve denge mekanizmasının oluşturulması, her düzeydeki meclislerin, her düzeydeki yönetici organların ve doğal olarak yurttaş kitlelerinin ve basın-yayın-iletişim araçlarının etkilenmesi, bugün Türkiye’nin gündeminde kendini dayatan kapsamlı bir demokratik bir süreçtir.  

Söz konusu olan, yepyeni şeyler söylemek, yepyeni bir çalışma ve mücadeleyi başlatmak değildir. Dünyada moderniteye geçişle başlayan, Türkiye’de geçmişi bir buçuk yüzyıla yaklaşan duyarlılıkları yaygınlaştırarak, kamu çıkarlarının, toplumun uzun dönemli ihtiyaçlarının savunulmasıdır.


KÜLTÜREL MİRASIN KORUNMASINA EMEK VERENLER

Türkiye’de koruma hareketinin tarihi henüz derinliğine araştırılmadığı için, bugün Osmanlı İmparatorluğu’nda ve erken Cumhuriyet evresinde kültürel mirasa sahip çıkma çabalarının ayrıntılı bir tanımını yapma olanağına sahip değiliz. Yine de şunu biliyoruz: Günümüzde kullanılan anlamında kültürel miras koruması, kökleri ancak 18 - 19. yüzyıla kadar götürülebilecek bir kavram olsa da, hem Osmanlı İmparatorluğu’nda, hem de Cumhuriyet döneminde bu uğurda azımsanmayacak emekler veren birçok kuruluş ve kişi olmuştur.

Kültürel mirasın korunmasıyla doğrudan ilişkili mevzuatı ve kurumları yaratma çabası,  19. yüzyılın son çeyreğinden beri, hep,  kör bir gidişi dizginlemeye yönelmiş, başarılarından çok yenilgileriyle bugünkü duyarlılıkların entelektüel ve sosyal temelini yaratmıştır.

Bu çaba ve mücadelenin önemli bir bölümü, Türkiye’de demokrasinin gelişim tarihinin kesintiler ve geri dönüşlerle dolu oluşunun bir yansıması olarak, kültürel mirası  –çoğu zaman etnik ya da dinsel grupları hedef alarak-  yok sayan hatta yasaklayan iktidar sahipleri ile toplumun çeşitli kesimleri arasında, inişli-çıkılı ve çoğu zaman örtük ve dolaylı bir çekişme biçiminde geçmiştir. Diğer bir bölümü ise, mimari ve arkeolojik mirasın  yok edilmesine karşı çoğu kere somut hedef bakımından başarısızlıkla sonuçlanan, ancak daha ileri saldırıları yavaşlatan direnişlerden oluşmuştur.

Bu mücadele yakın dönemlere gelinceye kadar, temel olarak, toplumun varlıklı ya da görece varlıklı kesimleri, yani üst ve orta sınıflar içinde bir bölünme olarak kendini göstermiştir. Osman Hamdi Beyin sosyal konumu ve mücadelesi bu uzun dönemi önemli ölçüde karakterize etmektedir.

Meşrutiyet meclislerinden ve Birinci Büyük Millet Meclisi’nden günümüze kalan kimi sınırlı kayıtların bu perspektifle sistematik olarak incelenmesi, bu kısa süreli demokrasi denemelerinin kültür ve miras alanında hayli verimli tartışmalara sahne olduğunu ortaya koymaya adaydır. Bu alanda genellikle yurtdışında yapılmış öncü çalışmalar ümit verici bir başlangıcı temsil etmektedir.

1908-1913, 1920-24 dönemlerinde kısa süreliğine canlılık yaşayan sivil örgütlenmede kültürel miras savunusu ile daha çok çeşitli etnik grupların kültürel varlıklarının temsili amaçlamıştır. 1923 sonrasında tekkelerin kapatılması, tarikatlerin yasaklanması, işçi dernekleri gibi sosyal temsil kuruluşlarının ya da Kızılay ve Çocuk Esirgeme Kurumu gibi sosyal dayanışma kanallarının tek parti kontrolü altına alınması koşullarında, bilindiği kadarıyla 1950 öncesinde doğrudan kültürel miras alanıyla ilgili özel sivil örgütlenmeler kurulmamıştır. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar, tabular, yasaklar, kısıtlar sivil toplumun dar bir nüvenin ötesine geçmesini engellediği için, kültürel miras tartışmaları, hep tek partinin Türk Ocakları ve Halkevleri gibi yan örgütleri içinde ve çoğu kere gazetecilik ve edebiyatın görece güvenli örtüsünden yararlanılarak sürdürülmüştür.

1946’da başlayıp 1960 sonrasında süreklilik ve Anayasal güvence kazanan dernek ve yeni tür vakıfların kuruluşu ile meslek odalarının yarı-resmi, ancak hızla eleştirel işlevler kazanan örgütler olarak sahnede yer almaları, sivil kültürel miras örgütlenmesinin ilk dönemi başlamıştır. Bu dönemde kurulup çalışma yapan kültür alanıyla ilgili dernek ve vakıflar, büyük ağırlıkla üç kümede toplanmıştır: (1) mahalleden başlayıp, semt, ilçe ve kent temelinde hemşehrilik dayanışmasını yerel çapta ya da büyük şehirlere o yerelden gitmiş olanlar arasında sıkılaştırmayı amaçlayan kuruluşlar, (2) çeşitli sanat ve kültür alanlarında mesleki dayanışma ve ilişki ya da belirli hobilerin yaygınlaştırılması için kurulan yapılar, (3) çeşitli siyasal parti ve grupların yan örgütleri olarak işlev görüp kültürü bu işlev için iletişim ve kitleselleşme alanı olarak değerlendiren kuruluşlar.

1980 askeri darbesinin bütün siyasal partileri kapatması, bütün dernekleri yeniden kurulmaya zorlaması ve son derece kısıtlayıcı bir dernekler-vakıflar mevzuatı getirmesi ile duraksayan sivil örgütlenme, 1980 öncesi canlılığına ancak 1985-95 döneminde kavuşabilmiştir. Önce BİLAR, BİLSAK gibi kültürel amaçlı derneklerle, üniversite folklor-tiyatro-müzik kulüplerinin faaliyetleri, öğretmen derneklerinin ve mezun derneklerinin kimi etkinlikleri topluma bir ölçüde de olsa nefes alma olanağı vermiştir. Ardından, bugünün adı duyulan, kültürel mirasla, korumayla doğrudan ilgilenen, ilk belli başlı kuruluşlar ortaya çıkmaya başlamıştır.

1994-95’te STK Sempozyumları’nın örgütlenmeye başlaması, ilki Türkiye Üçüncü Sektör Vakfı olmak üzere bir dizi sivil örgütlenme eşgüdüm merkezinin oluşması ve Birleşmiş Milletler Habitat II Zirvesi’nin İstanbul’da toplanması önemli ivmeler sağlamıştır. 12 Eylül rejiminin kontrolünün gevşemesi, Avrupa Birliği’ne üyelik çalışmalarının olumlu bir biçimde etkilediği demokratikleşme yalnız büyük şehirlerde değil Anadolu’da da bir kültürel canlanmayı birlikte getirmiştir.

 

KÜLTÜREL MİRAS DERNEK VE VAKIFLAR PİRAMİDİ

Son yıllardaki genel sivil toplum tablosunu niceliksel olarak şöylece özetlemek olanaklıdır: Resmi verilere göre Türkiye’de 90 bine yakın dernek ve 5 bine yakın vakıf faaliyet göstermektedir. Derneklere üye olan kişilerin toplam sayısı 8 milyon civarındadır ve bu kağıt üzerinde rakam, birden çok derneğe üye olanlara ilişkin üyelikler çıkartıldığında ve 18 yaşını bitirmiş nüfus esas alındığında en iyimser tahminle, yaklaşık her 7-8 kişiden birinin dernek üyesi olduğunu ortaya koymaktadır. Almanya’da dernek sayısının yaklaşık 900 bin, üye sayısının 125 milyon, İngiltere’de dernek sayısının yaklaşık 600 bin, toplam üye sayısının 200 milyon olduğu dikkate alınırsa, genel örgütlülük düzeyinin ne kadar düşük olduğu anlaşılır.

Bu genel özellikler dışında, dernek üyelerinin yüzde 80’e yakınının erkeklerden oluşması, beş büyük şehirdeki derneklerin toplamın neredeyse yarısını oluşturması,  bölgeler arasında da önemli bir dengesizliğin varlığı dikkati çekmektedir. Yaklaşık 15 bin derneğin dinsel dernekler (cami yaptırma, kuran kursu, vb), bu rakama yakın bir bölümünün spor dernekleri, aynı büyüklükte bir bölümünün yardımlaşma ve 10 bin civarında derneğin de kalkınma dernekleri olması, bu son üç grubun önemli bir oranının lokaline oyun için uğranan mahalli buluşma yerlerinden oluşması dernek piramidinin tabanını oluşturan dernekler hakkında bir genel fikir vermektedir. Vergi indirimi ile bağış alma olanakları tanınmış, kamu yararı işlevleri onaylanmış STK’lar, yani kamu yararına çalışan dernek statüsüne ve vergi muafiyeti tanınmış vakıf statüsüne sahip olanların sayıları son derece düşük olup toplamı 1000’i bulmamaktadır.

STK’lara ilişkin genel bilgileri özetlerken, temel bir veriye dikkatleri çekmekte yarar var. Yakında bir tarihte yayınlanan bir araştırmanın (www.prosperity.com/country.aspx) verilerine göre Türkiye toplumu %5 oranıyla dünyada mensupları birbirine en az güvenen iki ülkeden biridir; sivil toplum kuruluşlarına üyelik açısından en alttan beşinci sırada yer almaktadır; sosyal yardım için bağışta bulunmuş kişilerin oranı % 15, gönüllü bir çalışmaya katılmış olma oranı ise  % 9’dur.

Şimdi, bu genel güven ve katılım eksikliği içinde, sivil toplumun kültürel mirasın korunmasında oynadığı rol bakımından nerede durduğu konusuna geçebiliriz.

Derneklerle ilgili İçişleri Bakanlığı dairesi ve Vakıflarla ilgili Genel Müdürlük toplam dernek ve vakıf sayısının yaklaşık 25’te birinin kültür ile ilgili kuruluşlar olduğunu belirtmektedirler.
Doğrudan kültürel miras ile uğraşan dernek ve vakıf sayısına ilişkin özel bir bilgi yoktur ve aradaki sınır, çizilmesi hayli zor bir sınırdır. Birkaç bini bulan “kültürle ilgili” dernek ve vakıf sayısının kapsadığı dernekler (ya da bunlardan en önemli olanlar) üzerine özel olarak yapılmış bir envanter ya da rapor yoktur.

Dolayısıyla, ancak Tarih Vakfı’nın, Türkiye Üçüncü Sektör Vakfı’nın, Bilgi Üniversitesi STK Eğitim ve Araştırma Birimi’nin ve Sivil Toplum Geliştirme Merkezi’nin çeşitli araştırma ve yayınlarından kaynaklanarak ve bunları kişisel gözlemlerle tamamlayarak, Türkiye’de kültürel mirasla ilgili STK’lar hakkında aşağıdaki bazı genel izlenimler ifade edilebilir:

  • Kültürel mirasla ilgili STK’lar tabanı hayli geniş, tavanı çok dar, bu iki kesim arasındaki bağlantılar neredeyse tümüyle kopuk bir piramit oluşturmaktadır. Bu grubun büyük bölümü çok küçük ve küçük ölçekli yapılardır.
  • 2000 sonrasında kurulmuş olanlar en büyük grubu oluşturmaktadır. Kuruluşları 1990 öncesine gidenlerin oranı çok düşüktür.
  • Ülkenin Batı’sında ve özellikle İstanbul’da merkezi olanlar önemli bir ağırlık oluşturmaktadırlar.
  • Müze destekleme dernekleri, dernek ve vakıfların devlet kurumlarında ofis bulundurmalarını ve organik bağlar kurmalarını yasaklayan mevzuattan sonra, güçlerini kaybetmişlerdir.
  • STK’ların en büyük grubu çok seyrek aralarla, genel kurul için ve istisnai çalışma ya da kampanya amacıyla yılda birkaç kere üye ve destekçilerini toparlayabilmektedir.
  • STK’ların üyeleriyle bağları genel olarak zayıftır. Üyelerin çok küçük bir bölümü uzun yıllar düzenli olarak STK’larla bağlarını sürdürmekte ve var olan çalışmanın yükünü taşımaktadır.
  • Dernek ve vakıf üyelerinin büyük bir bölümü bağış ve aidatlarını düzenli olarak ödemezler ya da hiç ödemezler.
  • Üyeler dışında gönüllülerle sürekli bağ kuran, özel gönüllü, destekçi programları uygulayan STK sayısı daha da azdır.
  • “STK etiği,” 1990’ların sonunda Tarih Vakfı’nın öncülüğünde tartışılıp gündemden düşmüş çok önemli bir konudur.  
  • Kürt ve Alevi sorunu, Müslüman olmayanların karşılaştıkları ayrımcılıklar, hem bu gruplara yakın STK’lar, hem de bu gruplara karşı tavır alan STK’lar anlamında ilişkileri önemli oranda etkilemektedir. Henüz ortak bir işlev tanımı yapılmamıştır.
  • Merkezi ve yerel yönetimlerle gelişmiş ve sürekli ilişkiler istisnaidir; var olduğu durumların çoğu politik ve mali bağımlılık ya da özel kayırma ilişkileri ile birlikte gerçekleşmektedir.
  • Kültürel mirasla ilgili STK’ların ancak önde gelenleri (en geniş tanımıyla tüm Türkiye’de 80-100 civarında kuruluş) bağımsız bir ofise, temel teknik donanıma, çalışan personele, güncellenen bir web sitesine, periyodik haber bültenine sahiptir, dolayısıyla düzenli iletişim kanalları vardır.
  • Piramidin tepesinde, proje temelli çalışan, uluslararası ilişkilere sahip bulunan, düzenli etkinlik örgütleyebilen, yerel ya da ulusal basın-yayın kuruluşlarıyla düzenli ilişkiler kurabilen, yayınlar, periyodik buluşmalar hazırlayabilen, ve tüm bunların maliyetlerini aidat, bağış ve sponsorlukla karşılayabilen STK’lar (en geniş tanımıyla tüm Türkiye’de birkaç on kuruluş) en iç halkayı oluşturur.
  • Görece istikrarlı bir performans, demokratik bir iç işleyiş, başarılı çalışmaların onurlandırılması ve özendirilmesi, gönüllü kariyer yönetimi, yeni kuşakların STK yönetimi için sistemli olarak hazırlanması, örgüt içi farklılıklarda çatışma çözümü tekniklerini uygulama…vb önde gelenler de dahil pek az kuruluşun özelliğidir.
  • STK’lar arası işbirliği, ortak projeler geliştirme, hatta yardımlaşma son derece istisnai ve olsa olsa kısa dönemli bir tutumdur;  kültürel mirasla ilgili kuruluşlar arasında ortak bir haberleşme platformu yoktur; var olan ilişki kanalları kurumsal olmaktan çok kişiseldir; ilişkilerde çok rekabetçi ve çatışmaya yatkın bir tavır alabildiğine yaygındır.   

   
Bu özet tablo, Türkiye’de bir “kültürel miras hareketi”nin örgütsel temellerinin henüz atılmadığı, böyle bir hareketin gereken çalışma yapılırsa ancak önümüzdeki yıllarda oluşabileceği anlamını taşımaktadır.

Dernek ve vakıflar dışında, potansiyel bir kültürel miras hareketinin en önemli bileşenleri başta Mimarlar Odası olmak üzere ilgili meslek odaları ve meslek dernekleridır. Ancak, mühendis ve mimar odaları arasında başta genel ülke sorunları birçok konuda işbirliği için haberleşme ve ortak etkinlik platformları varken, örneğin mimar, inşaat mühendisi, kent plancısı, peyzaj mimarı odaları ve yine örneğin arkeolog, restoratör, arşivci, kütüphaneci, sanat tarihçisi, müzeci… dernekleri arasında herhangi bir ortak platform kurulmamıştır. Tarih Vakfı, ÇEKÜL, TAÇ Vakfı, Kültür Bilincini Geliştirme Vakfı… vb önde gelen vakıfların ortak amaçlar için topluca yan yana geldikleri de görülmemiştir. Başta İKSV olmak üzere büyük ve/veya büyük sermaye vakıfları ise –belki de bariz çıkar çatışmaları nedeniyle-  bu alana hiç girmemektedir.

Akademik dünya ve uzman çevreleri için de benzer bir durum geçerlidir. Çeşitli üniversitelerin     
mimarlık, restorasyon, tarih, arkeoloji, sanat tarihi, antropoloji, kültürel çalışmalar, kültür yönetimi, sosyoloji fakülte ya da bölümleri arasında zaman zaman tekil bilimsel işbirliği çalışmaları gerçekleşmekle birlikte, ne bunlar, ne de bunların ilişkili olduğu (ne yazık ki çoğu kağıt üzerinde kalan) enstitüler arasında genel sorunlar etrafında sürekliliği amaçlayan bir ilişki kanalları kurulmamıştır. Kamusal mesleki eleştiri kanalları çok sınırlıdır, var olanlar da bu amaçla hayli seyrek vesilelerle kullanılmaktadır. İlişkilerde egemen olan kimin ya da kimlerin meslek kurallarına aykırı davrandığının ya da üzerine düşeni yerine getirmediğinin, ya açıkça, ya da dolaylı ifadelerle teşhiridir. Genelde derslerde, konferanslarda, kamusal açıklamalarda koruma için önerilenlerle, bu önerileri yapanların projelerinde, uygulama ya da danışmanlıklarında yapılanlar arasında birçok durumda önemli farklılıklar olduğu için, bu alan sürekli kendini yeniden üreten bir gerginlik ve güvensizlik kaynağıdır.

UNESCO Milli Komitesi, ICOMOS Milli Komitesi, ICOM Milli Komitesi gibi uluslararası kültürel komitelerin Türkiye birimlerinin son derece dar ilişki ağlarını temsil etmeleri bu tablonun çıkmazlarını artıran bir başka unsurdur. Geçmiş on yılların bürokratik tahakküm eğilimlerinin ve sivil toplum kuruluşlarına, hatta tek tek uzmanlara derin güvensizliğin sonucu olarak, önemli isimleri yan yana getirseler de, bu komiteler, içe kapalı, üyelerine unvan ve üyelik kartı ile müzelere ücretsiz giriş gibi bazı pratik avantajlar sağlamaları ve yılda bir-iki toplantı düzenlemeleri dışında etkinliği olmayan birimlerdir. Uç bir örnek olarak ICOM Milli Komitesi, kolayca değiştirilebilecek yönetmeliği bunu emrettiği gerekçesiyle, bu alanla ilgili genel müdürün başkanı, birkaç devlet müze müdürünün üyesi olduğu, kapısını zorlayan birkaç müzeciyi nihayet birkaç sene önce asosye üye olarak kabul eden, ancak hiçbir etkinliği olmadığı gibi, asla toplanmayan bir “milli komite”dir. Alabildiğine dinamik müzecilik sektörü içinde, Dünya Müzeler Konseyi’nde Türkiye’yi bu komite temsil etmek durumundadır.

Yukarıdaki genel tablo içinde, kültürel miras STK’ları arasında, kısmen akademik çevrelerin de katılımıyla gerçekleşen işbirlikleri, ancak kısa süreli ve somut bir tehlikeye karşı eşgüdüm çabaları ile, ya da otoritesi kabul edilen bir kuruluş (ya da kişinin) çağrısının cevaplanması sonucunda olabilmektedir. Baraj projelerinin kültürel mirası tehdit etmesine karşı kampanya yürütmek üzere 1990’ların sonunda 8-10 kuruluşun aralarında başlattıkları ilişkiler ile, 2000’lerin ortasında İstanbul’un Tarihi Bölgelerinin Dünya Kültürel Miras Listesi’nden çıkartılması konusunda 6-7 kuruluş arasında yürütülen ortak tutum alma çalışması ilk grubun, Tarih Vakfı’nın 1996 Habitat Zirvesi ve Cumhuriyet’in 75. Yılı (Bilanço 1998) projesi ve yayınları ile Türkiye Bilimler Akademisi’nin Ufuk Esin ve Engin Bermek’in önderliğinde 2000’lerin başında giriştiği Türkiye Kültür Sektörü oluşturma çalışmaları ikinci grubun örnekleri niteliğindedir.

Ne yazık ki, bu nadir ve kısa süreli örnekler, şimdilik sayıca çoğaltılamamakta, daha da önemlisi, benzeri girişimler giderek sürekli bir platforma yöneltilememektedir.

Dolayısıyla, bütün bu eksikleri ile sivil toplum, tahripçi güçler tarafından kolayca etkisizleştirilebilecek bir güç olarak tanımlanmaktadır. Söz konusu eksiklikler, STK’ların kamuoyuna, kendi içlerinde birlik sağlamak şöyle dursun ortak bir dil bile üretemeyen “itirazcılar” ve “protestocular”  olarak sunulmasına olanak sağlamaktadır. Kültürel miras çevrelerinin basın-yayınla, merkezi ve yerel yönetimle ilişkilerinin zayıflığı da mesajlarını yaymalarını güçleştirmektedir.

Sürekli yalnızlık, hedeflenen korumanın başarılamaması, sözlerle eylemin uyuşmadığı bir çevrenin birlikte getirdiği güvensizlik, yapılacakların sınırına ulaşıldığı kanısına ve derin bir yorgunluğa neden olmaktadır.

Bu yorgunluğa ve yalnızlığa rağmen hala direnenler, tek tek, özellikle çeşitli sivil toplum örgüt ve girişimlerinde çabalarını sürdürenler gerçekten birer kahramandır. Ne var ki, kahramanlara bu kadar ihtiyaç duymayan ve dar çevreleri aşan bir çalışma ve adım adım Türkiye’de bir kültürel miras hareketinin kurulması, artık bilinçlerde daha yaygınlaşan bir ihtiyaç durumuna gelmiştir.

 

GELECEĞİ İŞARET EDEN OLUMLU BAŞLANGIÇLAR

Son yıllarda, sayısal haberleşme olanaklarının daha yaygın ve daha düzenli olarak kullanılmaya başlanması, bu arada kimi kararlı aktivistlerin yaygın bir iletişim için zaman ve emeklerini ortaya koyup önemli gelişmelere ilişki bilgilerin düzenli olarak binlerce kişiye ulaşmasını sağlamaları, iletişim boşluğunun giderilmesi için ilk adımı oluşturuyor. Birkaç günlük gazetede ve televizyonda kültürel varlıkların tahribine özel olarak duyarlı muhabir ve programcılar ortaya çıkıyor. İstanbul’da Açık Radyo’nun 15. yılını tamamlayan yayınları, Anadolu basınına yönelik önemli bir hizmeti yerine getiren Bianet Ajansı’nın kültürel miras duyarlılığını yaygınlaştırmaya özen göstermesi iletişimin minimumda da olsa sürmesine olanak veriyor.

Bir başka olumlu gelişme, Türkiye doğa koruma hareketi ile kültürel mirası koruma girişimleri arasında geçmişte benzeri görülmeyen bir yakınlaşmanın başlamış olmasıdır. Allianoi ve Hasankeyf!in kaderinin kültürel mirasın kaybedilmesi olduğu kadar doğanın tahribi olduğu bilinciyle başlayan ve on binlerce doğaseveri yıllardır başarıyla mobilize eden Atlas  dergisinin de katıldığı bu yakınlaşma, genel olarak yaşanabilir ve sürdürülebilir bir çevrenin savunulması için çok önemli bir adımdır. İstanbul SOS gibi girişimlerle devam eden çevre ve tarihi mirası savunmada ortaklık süreçleri, birçok kişinin yaşam kalitelerini tüketim toplumu ölçütleriyle belirlemekten kopmalarının ve yeni bir geçmiş kuşakların emek ve birikimlerine daha saygılı alt-kültürün gelişme unsurlarından bir olmaya adaydır…

Öte yandan, sivil toplum çalışmasının örgütsel gerekleri eskisine oranla giderek epeyce daha büyük bir kesim için tanıdık gelmeye başlıyor. Güncel ve zengin bir web sayfasının etkisini bilerek buna katkı yapmaya çaba göstermek,  kabul edilebilir standartlarda bir proje yazmak, bir toplantı düzenlemek, toplantıdan hemen sonra tutanak özetini hazırlamak, bir örgüt çalışmasını basının işine yarar bir bültenle duyurmak, üyelerden para toplarken ve gönüllülerden destek isterken bıkıp pes etmemek, elektronik posta haberleşmesinde zamanın önemini kavramak, örgütün kaynakları ile amaçları arasındaki dengeyi gözetmek, farklı görüşleri kişisel gerginlikle düşmeden tartışmak için üslubuna dikkat etmek… gibi örgüt yaşamının temel pratik gerekleri, artık daha çok kişi tarafından biliniyor ve paylaşılıyor. Bir önceki nesilde son derece yaygın olan, bu konularda kendini engelli sanma düzeyine varan iş bilmezlik ve bunda direnme tutumu, ne iyi ki, yeni kuşaklar devreye girdikçe hızla değişiyor.

Kamuda memur kalitesinin artması ve sivil toplum kuruluşlarına ilişkin devletçi önyargıların gevşemesi ile, kamu bürokratları ile sivil toplum temsilcileri arasındaki ilişkilerin yer yer daha kabul edilebilir, daha eşit duruma gelmesi bir başka olumlu süreçtir. Ülke ya da kent politikasında aktif, gelecek vadeden bazı politikacıların korumacılığın politik pirim yaptığını görmeye başlamaları ile daha geniş ölçüde birleştiğinde, bu süreç devletle sivil toplum arasındaki buzların kırılmasına önemli katkıda bulunacaktır.

Kısaca, gelir ve eğitim düzeyi yükseldikçe, iniş ve çıkışlarla da olsa Türkiye daha demokratik bir ülke haline geldikçe, dünyaya daha büyük ölçüde açıldıkça, kültürel miras çevrelerine kulak kabartanların oranı yükselmekte, kulak kabartmakla yetinmemeyi kendi kişilik bütünlüklerinin bir gereği görenlerin oranı artıyor.

Yukarıda sayılan eğilimler, henüz çok bariz, baskın eğilimler değildir. Nasıl bu eğilimlerin ortaya çıkmasında dün atılan tohumların önemli bir katkısı olmuşsa, bugün dünya ve Avrupa deneyimini yakından bilerek yeni tohumlar atılması da belki daha da yüksek bir verimlilikte katkı sağlayacaktır.

 

SÜRECE BİR KATKI OLARAK EUROPA NOSTRA İSTANBUL 2010 ÇALIŞMALARI

Kültürel miras alanında Avrupa’da sivil toplumun sesi olan Avrupa Kültürel Miras Kuruluşları Federasyonu’nun (Europa Nostra) 2010 yılı toplantılarını ve Avrupa Birliği-Europa Nostra Kültürel Miras Ödülleri Töreni’ni İstanbul’da yapması için çaba gösterenler, işte sürece bu olumlu katkı zorunluluğunu dikkate aldılar. Var olan zorlukların aşılmasının, yıllarca devam edecek çok yönlü bir dizi emeği ve değişimi gerektirdiğini bildikleri halde Avrupa kültürel miras çevreleriyle bir buluşmanın kimi yararlar sağlayacağını umarak, toplantıların örgütlenmesine emek verdiler.

Europa Nostra İstanbul 2010 çalışmaları, kuruluşun daha önceki kongre ve toplantılarından daha da geniş bir çerçevede 8-12 Haziran arasında gerçekleştirildi. Avrupa’nın tüm ülkelerinden yüzlerce STK temsilcisinin katıldığı Europa Nostra Konsey ve Genel Kurul toplantıları Yıldız Sarayı’nda, Kültür ve Turizm Bakanı ile AB’nin Kültür İşlerinden Sorumlu Komiseri’nin başlıca ödülleri dağıttığı Avrupa Birliği Kültürel Miras Ödül Töreni Aya İrini’de yapıldı. Çoklu Kimlikler-Ortak Miras konusuna odaklanan ve bu bağlamda Avrupa Konseyi kapsamında hazırlanmış çok önemli bir belge olan “Avrupa Çoklu Kültürel Aidiyet Bildirgesi”ni (belge bir broşür halinde ayrıca yayınlanmıştır) tartışmalarına temel yapan Europa Nostra Forumu ise, Tophane-i Amire’de yapıldı. Sirkeci Garının birinci peronunu boydan boya kaplayan Örneğin Gücü sergisi, İstanbulluların kültürel miras alanının örnek nitelikte olup Avrupa Birliği ödülünü alan projelerinden bir bölümünü tanımasına olanak sağladı. Hareket Halindeki Miras  (Heritage in Motion) adlı yeni Europa Nostra yayınının İstanbul özel sayısı da bu buluşmalar dolayısıyla yayınlandı. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın toplantı mekanı tahsisleri ve İstanbul 2010 Ajansı’nın ana sponsorluğu ile başarılan bu çalışmalar hakkında geniş bilgiye www.europanostra-en.org adresindeki siteden ulaşılabilir.

Europa Nostra İstanbul 210 çalışmaları kapsamında ilk defa girişilen işlerden biri, seçilmiş ülkelerden davet edilecek STK temsilcilerinin kendi çalışmalarını anlatacakları “Onlar Nasıl Başarıyor?” adlı dört panelin örgütlenmesi idi. Bu alt-proje elinizdeki kitabın kaynağıdır. Hollanda, Almanya, İngiltere ve Fransa’dan davetli kültürel miras STK’larının deneyimleri, önerileri son derece katkı sağlayıcı bir tabloyu ortaya koydu.

Davetlilere çağrı yapılırken kendilerinden: (1) ülkelerinde kültürel miras koruması alanında yasal ve örgütsel yapı üzerine temel bilgileri özetlemelerini, (2)  temsil ettikleri kuruluşun başlangıcından bugüne kadarki gelişme hikayesini anlatmalarını, (3) örgütsel yaşam üzerine web sitelerini ve tanıtım broşürlerini aşan, geniş çaplı bir aktarımı yapmalarını, (4) konuşmalarında başarılar kadar zorluklar, başarısızlıklar üzerine de durmalarını istedik.  Ayrıca, böylece kurulacak yüz yüze ilişkinin sürekli bazı işbirliklerine kapı açması umudumuzu belirttik.

Hollanda Araştırma Enstitüsü, Alman Arkeoloji Enstitüsü, İngiliz Kültür Heyeti, Fransız Kültür Merkezi toplantı yerlerini sağlayarak ve örgütlenme sorumluluğunu üstelenerek bu projeye ortak oldular. Hollanda Kültürel Miras Kurumu ise Hollanda toplantısına özel destek sağladı.

9 Nisan 2010’da Hollanda Araştırma Enstitüsü’nde yapılan ilk panele, Hollanda’dan Kültürel Miras Kurumu Kurumu, Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu, Avrupa Tarih Eğitmenleri Birliği, Hollanda Açıkhava Müzesi, Hollanda Arşivciler Birliği ve Hollanda Eğitim ve Kültür Bakanlığı temsilci gönderdi. Ayrıca Hollanda Araştırma Enstitüsü İstanbul Birimi Direktörü de Hollanda’da arkeolojik mirasın yönetimi konusunda bir sunuş yapmayı kabul etti.

7 Mayıs’ta Alman Arkeoloji Enstitüsü Kütüphane Salonu’nda yapılan toplantıya, Almanya’dan Almanya Anıtları Koruma Kurulu, Kültürel Miras ve Çevre Birliği, Ren Bölgesi Tarihi Anıtları Koruma Birliği ve Kuzey Ren-Vestfalya Bayındırlık Bakanlığı temsilcileri katıldı. İstanbul Alman Arkeoloji Enstitüsü temsilcisi ise iki ülke arasındaki bazı etkileşimleri konu alan teknik bir tebliğle katkıda bulundular.

22 Mayıs’ta İngiltere’nin İstanbul Başkonsolosluğu’nun muhteşem toplantı salonunda gerçekleştirilen İngiltere paneli ise Ulusal Varlık Kurumları Eşgüdüm Komitesi, Birleşik Krallık Kültürel Miras Birliği, Tarihi Binaları Koruma Kurulu, Koruma Vakıfları Birliği’nin dört değerli temsilcisinin katılımı ile yapıldı.

20 Nisan’da yapılması planlanan Fransa paneli, aynı hafta İzlanda’daki yanardağ patlamasının hava trafiğini olanaksız kılması nedeniyle ertelendi ve Fransız Kültür Merkezi salonlarında, yalnızca Rampart Birliği, Fransa Eko-Müzeler ve Toplum Müzeleri Federasyonu ve Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü temsilcilerinin katılımı ile 25 Eylül’de gerçekleştirilebildi.

Paneller sırasında, toplam olarak 200’ü aşkın katılımcı, dört farklı ülkeden 15 STK temsilcisini ve 5 uzmanı dinlemek, sorular sorup, kendi düşüncelerini ortaya koymak olanağını buldular. Katılımcılar, bu görece zengin ve gelişmiş Avrupa ülkeleri ile Türkiye arasında neredeyse tümüyle ayrı bağlamların var olmasına rağmen, esinlenme, deneyim aktarımı açısından bu toplantıların çok yararlı olduğunu defalarca ifade ettiler…

Hollanda paneline çağıramadığımız, ancak Amsterdam kentinin mimari yenilenmesine aktif katkıda bulunan yarı kooperatif - yarı şirket statüsündeki ilgi çekici bir kuruluştan Stadsherstel-Amsterdam’dan aldığımız yazılı bir katkı ile birlikte bu kitapta size toplam 21 tebliğ sunuyoruz. 

 

AVRUPADA KÜLTÜREL MİRAS  HAREKETİ

Onlar Nasıl Başarıyor panelleri, Avrupa’nın kendisi gibi, Avrupa’daki sivil toplum kültürel miras hareketi de hayli heterojen bir yapıya sahip olduğunu bir kere daha gösterdi. Konuşmacılardan John Sell’in belirttiği gibi,  kültürel mirası koruma mücadelesi, İngiltere’de bile, biz kimiz, neye sahibiz konusunda çelişkiler, çatışmalar içeren bir deneyim olmuştur ve bırakın başka ülkelerle olan farklılıkları, Birleşik Krallığı oluşturan birimler arasında bile önemli farklılıklar vardır. Yine de, bu çeşitlilik içinde birçok ortak özellik ortaya çıkmaktadır.

Bu özelliklerin ilki, Avrupa’da kültürel mirasın korunması için, Türkiye ile karşılaştırılamayacak uzunlukta ve yaygınlıkta bir mücadele birikimi olarak beliriyor. Avrupa toplumlarının büyük bölümünde, özverili, etkili liderlerin ya da liderliklerin öncülüğündeki yüzyılı aşan yaygın bir mücadele birikiminin sonucu olarak,  bir tarafta kültürel miras, öte tarafta toplumsal bütünleşme-dayanışma ve kimlik oluşturma arasındaki yakın ilişki kavranmış, dolayısıyla, bu ülkelerde korumacı duyarlılığı yaygın bir benimsenme bulmuş görünüyor.

Avrupa ülkeleri, geniş ve karmaşık bir STK mücadele geleneğinin parçası olarak, öteki toplumsal ihtiyaçların yanı sıra,  kültürel miras koruması için de örgütlü toplumlara dönüşmüşler. Çeşitli ülkelerdeki sivil toplum örgütlerinin, girişimlerinin, eşgüdüm birimlerinin sayıları ve tarihleri, açık kapı günlerine katılım, tarihi alanları ve müzeleri ziyaret eden kişi sayısı, her düzeyde sağlanan eğitim olanakları, basın-yayın organlarındaki özel programlar … bu örgütlülüğü sayılarla somut olarak ortaya koyuyor.

 

ÖRGÜTLER, AĞLAR VE TOPLUMSAL SAYGINLIK

Bu örgütlenmenin, yaygın bir model olarak, görece az sayıda büyük STK’nın, büyük sayıda yerel kuruluşla iletişim ve işbirliğine dayanan güçlü bir sivil ağ biçimi aldığı anlaşılıyor. Yalnızca aksaklıkları saptamakla ve bunlar hakkında yakın çevresine sızlanmalarda bulunmakla yetinmeyen, bu alanlarda bir şeyler yapılmasına katkıda bulunmak isteyen, kendini zamansal bir süreklilik (kontinium) içine yerleştirmeye ve kendi gerçek yaşam kalitesini korumaya kararlı,  bunu yapmadıkça kendini eksikli, kişililik bütünlüğüne sahip görmeyen “sorumlu yurttaş” ya da “sorumlu kentli” kimliğinin yaygınlığı sivil katılımın ana gücünü oluşturuyor.

Yalnız eldeki istatistikler değil, yüz yüze anlatılar da, bize, genel olarak Batı’daki, bu arada Avrupa’daki STK’ların çok bol imkanlarla çalıştıkları efsanesinin geçerli olmadığını gösteriyor. STK çalışmasının omurgasını küçük bütçeler ve az sayıda çalışanla yürütülen yurttaş duyarlılığı, özverisi ve örgütlenmesi oluşturuyor. Özellikle orta ve küçük kuruluşlar mali kaynaklarını daha çok gönüllülerin yol masraflarını ödemek, gönüllü yerel gruplara konferanslar, kısa süreli kurslar vermek, onlara kılavuz kitaplar, broşürler sağlamak, ve başta web sayfaları, elektronik bültenler olmak üzere iletişim olanaklarına ve mesleki teknik destek sağlamaya yöneltiyorlar.

Bugün, küçük çaplı, yerel, ilgi, savunu ve üretim gruplarının canlılığını koruyabilmesi ve bu örgütlerin birçoğunun dikey yapılar ya da konferanslar gibi kanallarla kendi aralarında eşgüdümü gerçekleştirebilmeleri, bu ülkelerde bir “kültürel miras hareketi”nden söz etmeye olanak veriyor. Bir diğer deyişle, Avrupa’da temel amaçlarda yaygın uyum, hareket içi güçlü bir dayanışma ve ortak bir dilin geliştirilmesi, esas olarak,  sağlanmış durumdadır.

Gönüllü emeğin büyük önceliğe sahip olduğu bir STK ağı oluşturulurken, erken bir profesyonelleşmeye gidilmeden, görece küçük, ancak dinamik, usta ekipler tarafından yönetiliyor. Avrupalı STK yöneticileri, ve “eğer çok çalışanımız olsa idi, belki de üyelerimiz ‘tamam artık işleri onlara yapsın’ derlerdi uyarısında bulunuyorlar.

Bir yandan STK yönetimin üye kuruluşlara, üyelere ve gönüllülere hesap vermeyi çok ciddi bir görev olarak ele alması, her fırsatta ilgili STK’ya katkının, özellikle gönüllü emekle yapılanların onurlandırılması,  eksikler ve yanlışlar üzerinde fazlaca durulmayıp olabildiğince hep ileriye bakılması, böylece ortak amaçlar etrafında birliğin ve sivil ortaklıkların korunmasına büyük özen gösterilmesi, öte yandan gönüllülerin gönüllü katkının “keyfi”lik olmadığının tam olarak farkında olmaları kurumsal birliğin temellerini oluşturuyor.

Bunun içindir ki, panellere katılan STK temsilcileri, gerekirse küçük başlamanın, gönüllülere dayanan kararlı, istikrarlı, adım adım çalışmalara yoğunlaşmanın önemini tekrar tekrar vurguluyorlar. Geçici fonlara dayanan parlama ve sönmelerin kurumsal yaşamdaki etkisini sınırlı tutmayı öneriyorlar. Çalışmalarda, kültürel mirasın toplumun bugünü ve geleceği çok değerli olduğu ve koruması gerektiği temel mesajının nasıl yaygınlaştırılabileceği ve halkın gücünün ne kanallarla arkaya alınabileceği üzerine daha fazla yoğunlaşılmasını salık veriyorlar.
Kendi deneyimlerinden yola çıkarak, kültürel varlıkları tahrip eden güçlerin çok daha büyük etki ve kaynaklarla hareket ettiklerini, ancak ayrıntılı bir işbölümüne dayanan yaygın bir sivil paslaşma ile bu tehditlerin engellenebileceğine dikkati çekiyorlar.

Avrupa STK’larında sürekliliği, katılımı ve uygar ilişkileri sağlayan en önemli faktörlerden birini de kendi iç hukuklarına uymada gösterilen titizlik oluşturuyor. Türkiye’de –azalarak da olsa- uzun yıllardır devam eden ağır devlet kontrolü ve anti-demokratik kısıtlamalar, dernek ve vakıf tüzüklerine, senetlerine göstermelik, yasak savma için gerekli belgeler gözüyle bakılmasını getirdi; bu durum STK’larda bir iç hukukun oluşturulup sürdürülmesinde önemli bir boşluk bıraktı. Bu boşluk, ise otoriterlik ve “başkan”ın her şey olmasıyla doldurulmadığı durumlarda, genellikle keyfilikle, ahbapçavuş ilişkileriyle dolduruldu. Böylece, kendi hukukunu kuramamış kuruluşlarda, bir yanda en küçük bahanelerle üye sorumluluğunun yerine getirilmemesi, öte yanda, hesap vermeyen, sert, kuruluşu yok edici çatışmalara ve hizipleşmelere girişme eğilimi kolayca gelişti. Avrupa deneyimi her büyüklükteki ve alandaki sivil toplum çalışmasında süreklilik ve işlerliğin anahtarlarlarından biri olarak iç hukuku dikkatle oluşturup, ona özenle uyma gerekliliğine işaret ediyor. Bu hukukun önemli bir parçası olarak kuruluş içinde demokratik normlara uyumu gündeme getiriyor.

MALİ OLANAKLAR

Avrupa kültürel miras  STK’larının, genellikle dar olanaklarla verdikleri günlük mücadele ve bu mücadelenin yaratıcı, yüksek nitelikle entelektüel ürünler üretmesi, (demek ki, protesto ve bildiriler yayınlamakla yetinilmemesi) kuruluşların toplumsal meşruiyetini güçlendiriyor. Genellikle çok daha büyük olanaklara sahip olan tahrip güçleri karşısında, bu tür çalışmalar STK’lara moral üstünlük sağlıyor. Ayrıca toplumun kulak verdiği başka mesleklerden insanların (ünlü sanatçılar, sporcular, bilim insanları vb) mücadeleye kazanılmasını kolaylaştırıyor.

Kuşkusuz, bir bütün olarak sivil toplumun kültürel miras alanındaki mali olanakların Türkiye’dekinden çok daha geniş olduğu doğrudur. Her şeyden önce, Avrupa’daki sivil toplum hareketlerinde, Türkiye’dekinin tersine, üyelik aidatlarının ödenmesi alanında yaygın bir öz-disiplin ya da katılım etiği var; genellikle bizdeki gelir seviyesi ödentisi ilişkisine oranla biraz daha yüksek olarak belirlenen üye aidatları gerçekten toplanabiliyor. Görece daha büyük ölçekli ve istikrarlı üyelik ağlarından gelen bu fon kurumsal sürdürülebilirliğin temelini oluşturuyor. Bağış yapma kültürünün Türkiye ve benzeri ülkelerle karşılaştırılamayacak kadar gelişmiş olması bir başka önemli unsur. Aidat ve bağışların genellikle bütünüyle vergiden düşülebilmesinin de katkısıyla, mütevazı bir biçimde belirlenen bazı temel masraflar karşılandığı sürece, birçok kuruluş varlığını uzun dönemler boyunca, kuşaktan kuşağa bayrak aktararak, sürdürebiliyor.   

Daha büyük kuruluşlar Milli Piyango Kültür Fonları ve Avrupa Birliği bağışlarından yararlanıyorlar. Son yıllarda birçok Avrupa ülkesinde Milli Piyango gelirleri, bizdeki gibi göstermelik bir oranda birkaç hayır kurumuna devredilip geri kalan büyük bölümü askeri harcamalara aktarılmak yerine, kültürel miras projelerinin desteklenmesine tahsis ediliyor ve ehil, tarafsız jüriler eliyle, kültür ve kültürel miras projelerine giden en büyük parasal kaynağı sağlıyor. Ayrıca, ulusal kaynakların ötesinde, Avrupa Birliği üyeliği sayesinde, bu ülkelerdeki kuruluşların AB’nin çeşitli programlarıyla dağıtılan fonlarından daha iyi haberdar oldukları ve bunun için gerekli formatta başvurular yaparak söz konusu mali destekten yararlanabildikleri her vesile ile ortaya çıkıyor.

Mali olanakları geliştiren bir yöntem olarak, mülk bağışları kabul edebilen güvenilir bir kuruluş yapısı kurup, yalnız Milli Piyango ve AB fonlarına değil, her türlü ülke içi ve ülke dışı fona ciddi çalışmalarla başvurup, proje temelli koruma işleri gerçekleştirmek ve korunan mirası topluma açmak çok sayıda STK tarafından başarıyla uygulanıyor. Devletin ya da kent yönetimlerinin ihtisaslaşmış STK’lar aracılığıyla çok düşük faizli restorasyon kredileri vermesi, hem sivil toplumu destekleme anlamında bir değer taşıyor, hem de bu tür kredilerin STK’lar tarafından verilmesi süreci, gönüllü emeği, uzmanlıkları harekete geçirerek çalışmaların etkinliğini artırıyor.

 

STK’LARIN YEREL VE MERKEZİ YÖNETİMLERLE İŞBİRLİĞİ

Birçok Avrupa ülkesinde kültürel mirası koruma hareketi, çalışmalarını merkezi ve yerel yönetimle yakın işbirliği içinde yürütüyor. Arada sürekli olarak belirli mesafeler, hatta çatışma alanları olsa da işbirliği ağır basıyor. Bu durum, kuşkusuz, uzun bir tarihsel mücadele sonunda demokrasinin genel gelişme düzeyinin yüksekliği, Türkiye’nin tersine, karşılıklı güven, işbirliği, uzlaşma kültürünün yaygınlığı ile yakından ilişkilidir. Aynı zamanda, Avrupa ülkelerinin hemen tümünde merkeziyetçi olmayan yönetim yapılarına geçilmesinin de sonucudur. Çünkü, tarihsel olarak çok merkezi yönetim sistemlerinin kültürel mirasın korunmasında zayıf bir kontrolü birlikte getirdikleri, demokratik ve katılımcı bir işleyişe sahip olduğu durumlarda, yerel yönetimlerin daha duyarlı ve STK’larla daha işbirliğine daha hazır oldukları biliniyor..

Avrupa’da STK-yönetim işbirliğinin yüksek bir oranda başarı ile sürdürülmesinde, kayırmacı politika kanallarının bu toplumlarca artık ayıplanıp yok denecek düzeye düşürülmüş olması kadar, bireysel ve kurumsal etik çıkar çatışmalarından kaçınma ve STK’larla yönetim arasında ortaya çıkabilecek gerginlik durumlarında kopma ve kutuplaşmaların, karşılıklı dikkatlerle engellenmesi de önemli roller oynuyor. Ayrıca, Gündem 21 uyarıca sivil toplumu yapabilir kılma politikalarının merkezi ve yerel yönetimlerce önemli oranda benimsenmiş olması da ortak bir anlayışta birleşilmesini kolaylaştırıyor.

Avrupa’nın birçok ülkesinde, merkezi ve yerel yönetimler, genellikle,  STK’lara yönelik önemli destek projeleri geliştirmekle kalmayıp, birçok ülkede devlet desteği ve finansmanı ile kültür alanında eşgüdümü sağlayarak, arayüz işlevini görecek yarı-sivil, yarı-resmi kurumlar oluşturuyorlar. Göstermelik olmayan,  kamu otoritelerinin çok sayıda kuruluşla ilişki yükünü uzmanlıklar oluşturarak hafifleten bu arayüz kuruluşlar, STK’ların devlet, eyalet, kent faaliyetlerini eleştirmelerini, önerilerini ortaya koymalarını engellemeyi değil, bu tür bir organik alışverişi daha canlandırmayı hedefliyorlar. Türkiye’de böylesi yapıların kurulması, hiç yoksa ilk döneminde sivil toplumu kontrole ve “devletleştirme” olarak algılanabilecek, hatta gerçekten de kısa sürede bu tür bir işleve dönüşebilecekken, Avrupa ülkelerinde değişik düzeylerdeki kamu yönetimleri, bunu toplumla daha yakın ve etkin işbirliği için yeni bir katılım kanalı olarak değerlendirebiliyorlar.

Parlamentodan en küçük çaplı yerel birimlere kadar politikacılarla ve genel olarak karar vericilerle yakın ve sürekli ilişki, her düzeyde etkili lobi grupları oluşturulmaya çalışılması, koruma alanında çalışan devlet görevlilerine ve profesyonellere STK’lar tarafından örgütlenen özel eğitim olanakları sağlanması, genel olarak merkezi ve yerel yönetimle ilişki kurarken ihtiyaçları ve sorunları bu yöneticilerin plan, program ve jargonlarını dikkate alarak etmek, bu süreçte basının etkili desteğini alma Avrupa’nin birçok STK’sı olmazsa olmaz özelliklerine dönüşmüş görünüyor. Konuşmacılardan Kate Pugh, STK’lar olarak, kendi argümanlarımızı yeniden formüle ederken hükumetlerin, belediye yöneticilerinin diline (istikrar, gelir artışı, sosyal dayanışma vb) uygun bir biçime getirmemizin önemini vurguluyor; koruma ile ilgili proje ve taleplerimizi, yaptığımız çalışmaların onlara, onların amaçlarının yerine getirilmesine nasıl yardımcı olabileceğini anlatmamızı öneriyor, ilişkilerde sorumluluk, diplomatik titizlik ve dikkat göstermemizin kamu yöneticileri ile başarılı bir işbirliğinin olmazsa olmaz koşulları olduğuna dikkat çekiyor.

Yöneticilerle ilişkide ısrar ve zamanın olgunlaştırıcı gücü de önemli bir faktördür. Konuşmacılardan Phllippe Wenning, “etkili-yetkili kişilere dert anlatmanın ilk seferde olanaklı olmayabilir, ikinci seferde de…. Bu durumlarda zaman kaybettiğinizi düşünmeyin. Gerçekten de, sabır ve kararlılık bu ilişkide başarının önemli anahtarlarından ikisi,” hatırlatmasını yapıyor.

 

STK’LAR ARASI  İLİŞKİLERDE DAYANIŞMANIN ÖNE ÇIKARILMASI

Avrupa’da yalnız kültürel miras alanında değil, tüm öteki alanlarda da, sivil toplumun başarısının önemli bir kaynağı, STK’lar arasındaki rekabetin uygarlaştırılmasının ve sınırlanmasının sağlanmış olmasında yatıyor. Kısaca, hem kuruluşlar arası ilişkiler, hem de kuruluş için ilişkilerde sivil toplum etiğinin temel kurallarında minimum bir konsensus sağlanmış olması bunda önemli bir rol oynuyor. Enerjisini ve saygınlığını iç çatışmalarda tüketmemeyi başaran bir STK’lar arası ilişkiler sistemi, dayanışmanın, ortak platformlar, hatta projeler geliştirmenin yararlarının farkına varabiliyor.

Dört panel sırasında biraz da kara mizah alanına girerek çağrılı konuşmacılara şu iki soru soruldu: Niçin ilk canınızı sıkan olayda üye ya da yönetici olduğunuz kuruluşlarla ilişkinizi kesmiyor, var olan koruma kuruluşlarının yanı başında yeni kuruluşlar kurmuyor, yıllardır, hatta on yıllardır ısrarla aynı kuruluşlar için emek veriyorsunuz? Niçin koruma kuruluşları olarak var olan kaynaklar için birbirinizle kıyasıya rekabet etmek yerine, aranızda birlikler, platformlar kuruyor ve bunları özenle sürdürüyorsunuz?

İlgi çekici bir biçimde, bu soruların karşı taraflarca anlaşılıp cevaplandırılamadığı görüldü. Türkiye’deki çok yaygın bazı eğilimlere dikkati çekmek için gündeme getirilen bu sorular karşısında, dört farklı ülkeden gelen temsilciler nasıl olup da yapılacak bu kadar acil işler varken emeğin ve kaynakların boşa harcanabileceğini gerçekten kavrayamadılar. Yalnızca, bir Hollandalı konuk, kendi kuruluşunda temel bir mesleki kavram konusundaki görüş ayrılığının nasıl ayrı pozisyon metinleri yazılıp birkaç yıla yayılan verimli bir tartışmayla giderildiğini, bu arada hiç kimsenin aklına yeni bir kuruluş kurmanın gelmediğini belirtme ihtiyacını duydu. 

STK’lar arasındaki iletişim, işbirliği ve uygar rekabetle, süreklilik toplumsal saygınlık ve etkinlik arasında neredeyse bire bir bağlantı olduğunu gösteren Avrupa deneyimi, belki de, Türkiye’de genel olarak kişiler ve kurumlar arası güven ortamının gelişmesi ve kültürel miras STK’larında yeni bir kuşağın görevi devralması ile daha fazla dikkate alınacaktır.

 

KÜLTÜREL MİRAS STK’LARI VE İLETİŞİM

William Morris’in dediği gibi “bizim yalnızca emanetçi olduğumuz” mesajının ve kültürel miras olarak tanımladığımız güzelliklerin aynı zamanda çok nazik, kırılgan olduğu hatırlatmasının toplumun büyük bir bölümüne yayılması bir iletişimi gerektirir.  Çünkü John Sell’in işaret ettiği gibi, sokaktaki insan duyarsızsa kültürel mirasın korunması çok, ama çok zordur; yaygın duyarlılık sağlama çalışması başlangıç noktasıdır.

Toplumda böyle bir duyarlılığın iletişimle yaratılıp geliştirilmesinde piramidin (Pasifler + İlgilenenler + Ziyaret Edenler + Yakından İzleyenler + Aktif Katkıda Bulunanlar  + Üye Olanlar ) tümüyle bağlantı kurulması ve oranların daha aktiflerin artırılmasını sağlayacak biçimde yükseltilmesinin önemli olduğunu gösteriyor. Aynı şekilde, farkındalık yaratırken (hoşlanma, mutlu olma duygusu) en erken yaşlarda yaratılan etkinin en kalıcı olabildiği görülüyor. Bu kapsamda, restorasyon, kazı, onarım vb kültürel miras işlerinin sıradan kişilerin izleyiciliği, hatta –olanaklı olduğu tüm durumlarda- aktif katılımı ile gerçekleştirilmesi,  kültürel miras açık kapı günü, festivali, fuarı, olimpiyatı gibi etkinliklerinde büyük sayılarda kişinin yan yana gelmesiyle ortaklık duygusunun geliştirilmesinin çok olumlu sonuçlar verdiğine işaret ediliyor.

Bu iletişimde, esas olarak geçmişe değil, geleceğe yönelmiş olmanın, temel ve basit işler üzerinde iletişim kurarak (örnek eski evler bakım-onarım kılavuzu yayını ve dağıtımı) somut sonuçlar elde etmenin, eğiticileri eğiterek ve periyodik buluşmalarla bilgileri yenileyerek en geniş çevrelere ulaşmanın önemine dikkat çekiliyor.

Öte yandan, her türde basın-yayın organlarının desteğinin alınmasının çok önemli olduğu konusunda tam bir mutabakat var. Dost medya mensuplarının etkisinin büyük olduğunu hiç gözden kaçırmamak, merkezi ve yerel yönetime olduğu gibi medyaya da yeni bilgiler iletmeyi ve sorular sormayı başarmak, yalnızca genel basın organlarını hedeflemeyip emlak basını, sosyal basın vb. gibi uzmanlaşmış basın kesimleriyle özel ilişki geliştirmek, kültürel miras alanında özel ödül ya da uyarı programları geliştirilmesine destek olmak sıklıkla önerilen yöntemler.

 

ULUSLARARASI İŞBİRLİĞİ

Onlar Nasıl Başarıyor toplantılarında, doğal olarak hem genel olarak kültürel mirasın korunmasında uluslar arası işbirliği, hem de Türkiye’deki STK çalışmalarında uluslararası yardımlar konusuna çeşitli değinmeler oldu.

Öncelikle, uluslararası önemdeki kültürel mirasın korunması için kolay yollar, kaynaklar olmadığına, uluslararası yardım ve kampanyaların, ne yazık ki, çok istisnai ve çok küçük çaplı olduğuna dikkat çekildi. Dünya’da da, Avrupa Birliği’nde bir dizi politik ve teknik nedenle kültür politikasının ve kültürel miras korumasının temel olarak ülke içi karar ve kaynaklarla belirlenmesi gereken bir alan olduğuna değinildi. Ülkeler arası koşulların farklılığına rağmen deneyim alışverişine çaba gösterilmesinin, özellikle sivil toplum çalışmalarının bu boşluğu bir ölçüde de olsa doldurmasının önemine işaret edildi.

Toplantıya katılan konuşmacılar, genellikle, Türkiye’deki varlıkların korunmasına, Türkiye’de bir kültürel miras hareketinin oluşturulmasına yakın ilgi gösteren, dostça, dayanışmacı bir tutum gösterdiler. Avrupa STK’larının, Türkiye’deki benzerleriyle somut proje ya da ihtiyaçlara yönelik işbirliklerine, örneğin ortak yaz okulları, staj programları kurmaya açık olabileceklerini ifade ettiler. Bu arada, STK’ların iki yönlü olarak, uluslararası (öğrenci-stajyer-gönüllü) değişim programlarından yararlanmalarının kendilerine birçok avantaj sağlayabileceği belirtildi. İnternet üzerinden kurulacak ülkeler arası iletişim ağlarına katılma eğilimi olabileceği söylendi. Birçok gençlerin önce online ve daha sonra yüz yüze bağlantı kurarak kültürel miras korumacılığında uluslararası işbirliğine yönlendirmenin olanaklı olabileceği hatırlatıldı. Bununla birlikte, geniş çaplı ve derinliğine işbirliğinin, ancak zaten yaratılmış uluslararası programları işleterek, bunlar içinde ortak projeler gerçekleştirerek başarılabileceği vurgulandı. Bu alanda da kültür ya da kültürel miras programlarının dar bütçelerine sıkışıp kalmadan daha az geleneksel fonlara (ortak tarımsal gelişme, yapısal değişiklikler, sektörel kalkınma, vb.) başvurulması durumunda başarı şansının daha büyük olabileceğine işaret edildi.

Onlar Nasıl Başarıyor panellerinin İstanbul’da yapılmış olmasına ek olarak, toplantılar sırasında dile getirilen çeşitli sorunlar, yabancı katılımcıların endişelerini pekiştirdi ve “İstanbul gibi bir kentte modernizm adına her istediğinizi yapamamalısınız; bu kent yalnızca sizin değil” diye özetlenebilecek tepkilerine yol açtı. Katılımcılar, tartışmalar sırasında, özellikle kültürel miras niteliğindeki binaların restorasyonunda tümüyle açık (işin en düşük teklifi veren şirkete kalması) ihale sisteminin kalite bakımından çok tehlikeli olabileceğine dikkat çektiler, gezdikleri mahallelerde günlük özenli koruma ile kullanım dışı kalması ve çöküşü engellenebilecek birçok bina gördüklerini belirttiler, STK’ların kendi kaderine bırakılan evlerin sahiplerini devlet desteği ve vergi indirimleri ile onarıma zorlayacak önlemleri desteklemelerini önerdiler. Türkiye’de koruma STK’larını ortak amaçların ötesinde ortak değerlere sahip, birbirine bağlılık ve heyecan duyan bir grup olarak görmekten sevinç duyacaklarını ifade ettiler.

TEŞEKKÜR

Özetle Onlar Nasıl Başarıyor panel dizisi önemli hatırlamalara, önerilere, tartışmalara olanak sağladı. Bu toplantıların gerçekleşmesinde katkıları olan tüm ortaklarımıza, konuşmacılara, çevirmenlere, sorularıyla verimli bir alışverişi olanaklı kılan katılımcılara, bu süreçte teknik ve idari sorumluluklar üstlenen Hollanda Araştırma Enstitüsü’nden Ayşe Dilsiz ile yardımcılarım Kerem Çiftçioğlu, Yeşim Tonga ve Güldem Baykal-Büyüksaraç’a içtenlikle teşekkür etmek isterim.